Herkese merhaba,
Yürümeyi öğrendiğimizde ilk olarak, ebeveynlerimizin, sevdiklerimizin gösterdiği yollarda yürüyoruz. Bu yürüyüş bir süre devam ediyor, tabi bu arada biz büyüyoruz, yaş alıyoruz. Sonra o yolun konforu hoşumuza gidiyor, iyi hissettiriyor. Çünkü egomuz her ne olursa olsun bizi bir şekilde “konforlu bir alanda” tutmaya programlanmış.
Hatta bununla alakalı birçok çalışma var. Ve diyor ki; insan alışılagelmiş kalıpların dışına çıkmaya başladığında “ego” daha önce deneyimlemediği bir durumla karşı karşıya kaldığı için korku hissetmeye başlıyor. Ne olacağını ve ne yapması gerektiğini bilmediği için de beynin panik haline geçmesine ve stres hormonlarını salgılanmasına neden oluyor.
Peki nedir bu konfor alanı, biraz detaya girelim.
İnsanın her şeyi kolay kontrol edebildiğini düşündüğü ve kendini rahat hissettiği psikolojik evredir. Ve bu evreden çıkmaya çalıştığında yaşayacağı 3 aşama var.
Bunlardan ilki “korku”dur. Kişi bu aşamada başkalarının görüşlerinden etkilenmeye ve bahane bulup tekrar o konfor alanına dönmeye meyillidir. Ama dönmezse o zaman da 2. aşama olan “öğrenme”yi tecrübe eder.
Bunu yaparken de zorluklarla karşılaşır, onlara yavaştan meydan okumaya başlar ve yeni yetenekler geliştirerek konfor alanını genişletir ve 3. aşamaya hazırdır.
O son aşamada ise birey artık hayalleri için hedefler geliştirmeye, onları gerçekleştirmeye başlar. Yani büyür ki bu da konfor alanından çıkarken yaşadığı son evre olan Büyüme’dir.
Bu büyüme ve kendini gerçekleştirme mevzuları olduğunda aklıma hep, “Ye, Dua Et, Sev” filmindeki şu cümle geliyor.
Diyor ki; “Yıkım bir armağandır. Yıkım, dönüşüme giden yoldur. “
Gerçekten de bazen bir şeyi çok isteriz ama o değişimin bedelini ödemek gözümüzü korkutur. Bu yüzden de mevcut yaşantımızın içinde kalmaya razı oluruz.
Neyse şimdi o yola tekrar dönelim biz.
Ne diyorduk, başkalarının gösterdiği bir yol var ve biz o yolda yürürken ilk etapta konforlu hissediyoruz demiştik. Ama eğer şanslıysak bir süre sonra o yolda bir gariplik olduğunu, o yürüyüşün giderek monotonlaştığını düşünüp sıkılmaya başlarız, ki bu iyi bir şey. Bir farkındalık hatta. Çünkü yürüdüğümüz yol bize ait değil. Hatta o, yol bile değil. O sadece bizi belli bir noktaya kadar götüren ve artık sonuna geldiğimiz bir çember aslında.
Ve bizim o çemberden dışarı taşmamız gerekiyor, o monotonluktan kurtulmak için.
Peki bunları niye anlatıyorum?
Çünkü bazen hayatı kendi çevremizden ve yaşadıklarımızdan ibaret zannedebiliyoruz. Belki de bu yüzden bir duygunun altında hemen ezilip çıkışı bulamıyoruz, hayatın bize sunulandan ibaret olduğunu zannediyoruz. Halbuki bu koca evrende öte denizleri merak eden, kaderinin iplerini eline alan nice cesur insan var.
Hani Samet Bahrengi’nin o meşhur Küçük Kara Balık kitabında diyor ya; “Ben bilmek istiyorum, hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp ölüp gitmek mi yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?”
İşte o insanlar kendi içlerinde bu sorgulamayı yapan ve içnde oldukları çemberden taşmayı göze alan kişiler.
Bu yüzden ben de her hafta paylaşacağım bu podcast serisinde, hem kendince en dik yokuşları çıkan, kendi çemberinden dışarı taşan, üreten insanların ilham veren hikayelerinden, hem de bize “bu dünya bildiklerimden ibaret değilmiş ” dedirten filmlerden, kitaplardan ve belgesellerden bahsedeceğim.
Ve belki bir noktadan sonra, başkalarının aşındırdığı yolları yürümek yerine tüm riskleri göze alarak kendi yolumuzu çizmeye, kendi yolumuzun yokuşunda yorulmaya cesaretimiz olur,
Sonra “yaşamdan ne istediğimiz” üzerine değil de “yaşamın bizden ne istediği” üzerine kafa yorarız, kim bilir?
O yüzden çemberinden taşmak için bir sebebi olan ve bir şekilde bu yazıya rastlayan herkese “hoş geldiniz.” diyorum ve bu tanışma faslını burada bitiriyorum.
Bir sonraki postta yeniden görüşmek üzere!
Beni @tastimcemberimden isimli instagram hesabımdan takip edebilir, yorum bırakabilir ve önerilerde bulunabilirsiniz.
Görüşmek üzere, kendinize iyi bakın, hoşça kalın!🧡