Dün akşam Kayseri Şehir Tiyatrosu’ nda yine enfes bir oyun vardı. Orjinal adıyla ‘Lost in Yonkers’ yani ‘Müziksiz Evin Konukları’ . 1991 yılında Amerikalı tiyatro oyunu yazarı Neil Simon tarafından yazılan ve Pulitzer ödülünü alan oyun, Tiyatrokare ile 22 yıl sonra Macide Tanır’ın anısına tekrar sahnelendi.
2. Dünya Savaşı Amerikasında geçen öyküde para sıkıntısı nedeniyle babaları tarafından büyükannelerinin yanına bırakılan Arthur ve Jay adlı iki kardeşin , içinde bulundukları evdeki ruh halleri pek de normal olmayan karakterlerle yaşadıkları serüven ele alınıyor. Oyun genel olarak geçmişte yaşadıkları yüzünden kalbi nasır tutan, dokunmayı sevmeyen bir babaanne ve onun zeka yaşı küçük ama kocaman yüreği olan kızı Bella’ya odaklanıyor.
Anne ve kızın ilişkisi oyunun ilk dakikalarında Yılmaz Erdoğan’ın Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü? adlı oyunundaki Gülseren ve annesini aklıma getirdi . Çünkü Demet Akbağ’ın canlandırdığı Gülseren’in annesi de yine onun deyimiyle ‘ Annelerin en öpücük sevmeyeni’ydi. Tıpkı Bella’nın annesi gibi. Fakat oyunun gidişatı bu düşüncemi değiştirdi.
Oyunda bir ayağını yere sürterek yürüyen, ağlamayı unutmuş,katı kurallara sahip bir babaannneyi canlandıran, ve sahnede 50. yılı olan Serpil Tamur’un oyunculuğuna da laf yok. Ve en az annesi kadar kalbi taşa dönen amca, Bella hala kadar bıcır bıcır olan, sevgi dolu Arthur ve Jay kardeşler ve onlara durmadan mektuplar yazan fedakar babanın oyunculuğu da tartışılmazdı.
Bende en çok iz bırakan , Özge Özder’in kendini bir kere daha kanıtladığı Bella karakteri oldu. O kocaman kahverengi salonda; annesinin her sinirlendiğinde ‘ Bela arar Bella, bela bulur Bella’ diyerek seslendiği, akıl yoksunu olarak gördüğü ve buyüzden bakım evine tıkmakla tehdit ettiği Bella , benim için her ne kadar annesinden korksa da artık oyuncak bebeklerle avunmayan ve aile kurup kendi bebeklerini sevmek isteyen, çoğu zaman ağzından çıkan laflara şaşırdığım cesur bir kızdı . Fakat, evinde bulamadığı ve içinde gün geçtikçe büyüyen sevgi boşluğunu nasıl doldurduğunu anlattığında içiniz acıyor adeta. Ve o zaman anlıyorsunuzki hayatın katılıkları ve diğer saçmalıkları eğer sığınacak kimseniz yoksa kocaman bir kabusa dönüşüp, sizi çok kötü şeyler yapmaya zorlayabiliyor. Ve o koşullar içindeyken o kötü şeyler size gayet güzel görünebiliyor.
Dokunabilmenin, sevebilmenin güzelliğini durmadan vurgulayan oyun; ne yapmacık bir komedi ne de baştan aşağı hüzünle dolu bir dramdı. Oyun her ikisini de dengede tutmayı becerebilen ve söz yerindeyse hayatın ta kendisiydi. Ve hayat belki de; uzun süre sessizliğin, öfkenin mekanı olan o salonda , yeniden müzik dinleyebilmekti.