Biliyor musun sevgili okur?
Ben ne zaman İstanbul’u özlesem, bu çorak şehirdeki balıkçı tezgahlarının dizildiği caddelere çıkarım. Balıkçılar, kafalarındaki çizgili şapkalar ve dizlerinde ıslak naylon çizmeleriyle “Gel abla, derya kuzusu bunlar! “ diye bağırdıkça, bağırıp balıklarla birlikte caddeleri de ıslatınca, gözlerimi kapatıp İstanbul’un Karaköy’ünden bir nefes çekerim.
Denizi, vapurları ve tepesindeki martıları görür gibi olurum. Dilimin ucuna gelir, bağırmak isterim; “ Rastgele be Kaptan, rastgele ! “ Denizinden ayrılıp kovalara birikmiş ama hala kıpır kıpır balıkları düşünürüm. Burnumda yosun, burnumda midye kokusu ve kafamda serseri misinalar… Minarelerin, sokak direklerinin ve aceleci yarım ayakların suya yansımasına kadar her şeyi hayal ederim… Yaşanmışlıklar da dahil. En çok onlar dahil…
Sonra ayaklarımı sarkıtırım, bir geminin güvertesinde, gemi rüzgara kafa tutup gün batımına koşarken, denizi yırtarken. Orhan Veli dikerken. Yırtılan denizleri hala Orhan Veli diker İstanbul’da, gökyüzünü de hala her sabah o boyar. Bilmezsiniz.
İnerim sonra gemiden, bir cadde boyunca İstanbul’u fethederim. Galata’nın boynuna sarılır, kız kulesini alnından öperim.
Burnumun sızlayan direğindesin, İstanbul. Bu sabah ta seni çok özledim…