Hüzün Günlerden Coşkulu Bir Aşka

Selamlaaar !

Kötü bir tatilin ardından nihayet yine olmam gereken yerdeyim. (Niye kötü diye sormayın lütfen, unutmaya çalışıyorum) Sizlerleyim… Biliyor musunuz, görünmeyen ve sıkı olduğuna inandığım bağlar var aramızda. Yeni birşey öğrendiğimde, üzüldüğüm ya da kızdığım bir durum olduğunda yazmak istiyorum. O acı, o yeni birşey ya da o tatlı olay, daima görebileceğim bir vitrinde dursun diyorum. Ve kafanızı çevirip o vitrine baktığınızı düşünmek, ortak paydalarda buluşmak çok güzel. Yani bu, paylaştığımız sürece yalnız olmadığımız anlamına geliyor. O zaman paylaşalım, yazıp çizdiklerimizi, boyayıp süslediklerimizi ve en önemlisi gülüşlerimizi ! ?

Şimdii bu özlem gidermecenin ardından, gelelim sizinle paylaşmak istediğim o, ” yeni birşey’e “. Yani geçtiğimiz yılın Nisan’ında kaybettiğimiz, Nobel ödüllü yazar Marquez’in, yine nobel ödüllü olan, ” Benim Hüzünlü Orospularım” adlı kitabına.

Kitabımızın içeriğine gelmeden önce, birkaç minik not eklemek istiyorum. Kapağından başlayalım. İlk olarak 2005 yılında basılan kitabın 41. baskısı 2016 yılında basılmış olup 5000 tane yapılmıştır. İnci Kut’un İspanyolca aslından çevirdiği eserin kapağında ise kırmızı renginin hakim olduğu ihtiyarlamış bir yalnızlık görülmektedir. Ayrıca orjinal adı ” Memoria de mis putas tristes” olan kitap, Marquez’in son romanı olma özelliğini taşıyor.

YENİ BİR HAYATIN BAŞLANGICIYDI O TELEFON…

Şimdi gelelim içeriğine ve altini çizdiğim cümlelere. Kahramanımız, mesleği gazetecilik olan, yalnızlığının sesini gündelik ilişkilerle susturan ve kendini çirkin, çekingen, çağdışı olarak tanımlayan doksanlık bir ihtiyar. Kendini bu şekilde tanımlamasının sebebi, doksan yaşına kadar tüm kadınlarla parasını ödeyip yatmış olması olabilir. Sonuçta görevini tamamlayıp sabahın kör saatinde çantasına sıkıştırılan parayla yok olan kadınlar için onun kültür seviyesi, yakışıklı olup olmaması ya da sempatikliğinin bir önemi yoktur. Ve hiç bir zaman da yüzüne söylenmemiş olması da bir ihtimaldir.

Neyse, birgün yirmi yılın ardından ilk defa bir genelevinin patroniçesini arar ve kendisinden doksanıncı yaş günü armağanı olarak, el değmemiş genç bir kız ister. Ve bu isteği, ölümlülerin çoğunun ölüp gittikleri bir yaşta, kahramanımız için yeni bir hayatın başlangıcı olur. Çünkü, o ana kadar tatmadığı duyguları tadacak ve tersini yansıttığı ne kadar davranışı varsa bir-bir vazgeçip özüne dönecektir.

**İnstagramda ve diğer platformlarda, bazı okurların, kitabın kahramanını deli gibi eleştirdiğini ve hatta sokak jargonuyla ” torunu yaşındaki kızla ne aşkı yaşayacak, sapkın pezevenk! ” gibi Marquezcilere hiç yakışmayan söylemlere rastladım. Bu oldukça üzücü… Çünkü tıp dilinde bile psikoseksüel rahatsızlık olan “pedofili” diye tabir edilen bu durum, kitabı okudukça daha da farklı düşüncelere yönlendirebiliyor.

Olayın akışına tekrar dönecek olursak, ihtiyar ilk gece için oldukça heyecanlıdır. Odaya girdiğinde, bütün gün bir gömlek fabrikasında düğme dikmekten canı çıkan kızcağızın derin bir uykuda olduğunu görür ve onu uyandırmaya kıyamaz. Yanına oturup kulağına bir şarkı fısıldar: ” Delgadina’nın döşeği meleklerle çevrili.” Ve o geceyi, uyuyan bir kadının vücudunu, arzunun zorlamalarına rağmen sadece izleyerek geçirir. Sonra hiçbir zaman konuşamayacağı kızcağıza Delgadina adını verir.

Birkaç gün sonra kızı tekrar ister ve onu yeniden uyurken bulur odasında. Yine yanına kıvrılır ve ona dokunmadan uyur. İhtiyar, yalnızlığını ürkütmeden yavaş yavaş Delgadina’ya aşık olur. Günün her dakikasında onu düşünüp, birlikte kahvaltı yaptıklarını, onunla aynı evde yaşadığını hayal etmeye başlar. Kahramanımızın hüzünlü ihtiyarlığı bir anda coşkulu bir aşka, gazeteye yazdığı yazılar ise birer aşk mektubuna dönüşür. ?

Ertesi gün elinde bir Figurita tablosuyla yine, uyuyan güzel Delgadina’ya gider. Tabloyu yatağın tam karşısına asar. Ve kulağına fısıldar: ” Bu tabloyu çizen kişi genelevlerin gelmiş geçmiş en iyi erkek dansçısıydı. Ve resimdeki kadın manastırdan kaçırdığı bir rahibe. Uyandığında ilk bunu gör.”

* Bu arada roman bitene kadar kızın bir iki yer dışında hiç konuşmaması, sürekli uyuyor olması ihtiyarın bir şizofren olma kanısını güçlü kılabiliyor. Ama neyseki arada bunun tersini düşündüren konuşmalar da geçiyor.

Daha fazla sıkmadan, hızla sonlandıralım artık romanı. Kahramanın yine Delgadina’ya gittiği günlerden bir gün, gece yarısı, genelevde bir cinayet işlenir. Bu hemen hemen normal karşılanan bir durumdur bu tarz yerlerde. Fakat tuhaf olan bu cinayetten sonra kahramanımızın Delgadina’ya ve genelevi sahibine birtürlü ulaşamamasıdır. Her yerde Delgadina’yı arayan ihtiyar gün geçtikçe daha da mutsuz olmaya başlar. Bir ay sonra genelevinin patronundan bir telefon gelir. Ve Delgadina’nın kendisini yeniden görmek istediğini söyler.

** Yani kız her seferinde uyuyor olarak anlatılsa bile, ihtiyarın hislerine tamamen duyarsız değildir. Onun her gece yanında kendisine dokunmadan sevgisini hissettirmesi, Delgadina’yı da ihtiyara aşık etmiştir.

Ve ayrı geçirdikleri bir ayın ardından kızı herseyiyle adeta bir kadına dönüşmüş olan bulan ihtiyar buna sinirlenir ve aklına bir sürü kötü şey gelir. Etrafta ne varsa kırıp dağıtır ve oradan uzaklaşır. Çünkü artık hiç birşey eski masumiyetinde değildir. Hatta durum tam olarak, Herakleitos’un ünlü benzetmesi gibidir: ” Aynı ırmağa giren kişilerin üzerinden farklı sular akar. Ki akmıştır da…

Kahramanımız doksan bir yaşının sabahında belki de bir gün sonsuza dek öleceğini hatırlayarak, genelevini satın almaya ve tüm malını Delgadina’ya bırakmaya karar verir. Artık o, tam anlamıyla acı çeken ve tıpkı filmlerdeki gibi herseyini sevdiğine feda eden bir aşıktır. Kendini sokağa atan ihtiyar gerçek yaşama kavuşmuş, kalbi kurtulmuş ve yüz yaşından sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkûm olur.

Açıkçası bu roman çok farklı tatlar bıraktı dimağımda. Dokunmak mı hissettirmek mi? Hangisi fazla iz bırakır? Konuşup sürekli birşeyler anlatmak mı ya da iki ayrı yalnızlığın huzurunu kaçırmadan aynı suskunluğu paylaşmak mı? Ve aşk ile yalnızlığın bir cinsiyeti veya yaşı var mı ?

Gönül rahatlığıyla tavsiye edilir. ??

Yazar

fatmaadmis@gmail.com
Selam, ben Fatma, Halkla İlişkiler ve Reklam bölümü doktora öğrencisiyim. Aynı zamanda kreatif bir tasarım ajansında Dijital PR Danışmanı ve İçerik Üretici olarak çalışıyorum. Blog dünyasındaki 9.yılım. Hep şuna inandım. Hepimiz dünyaya geldiğimizde aslında bir çemberin içine doğuyoruz. Ve büyüyüp yaş aldıkça, bir şeyleri anlamlandırmaya başlayınca o çemberin içinden dışarı taşmaya çalışıyoruz. Tabi bunu yaparken çeşitli zorluklarla karşılaşıyor, bazı yokuşlardan yukarı tırmanmaya çalışıyoruz. O esnada bazı insanlar zorlandığımızı görünce "gel, bir de bu yolu dene." diyorlar. Halbuki gösterdikleri yol onların yolu, bizim değil. O yüzden diyorum ki yokuşlarımız yalnızca bizi alakadar eder. Çünkü çemberimizden ancak bu şekilde taşabiliriz. Burada bana ilham veren kişilerin öykülerini, okuduğum kitapları, izlediğim film ya da belgeselleri yani beni çemberimden taşıran şeyleri paylaşıyorum. Eğer sen de ilhamını bulmak ve çemberinden dışarı taşmak istiyorsan bu öğrenme yolculuğunda bana eşlik edebilirsin.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Selamlar Olsun !

25 Nisan 2016