Merhaba sevgili okur 🌸
Sanırım artık üstesinden gelebiliyorum. Gündelik ve kentsel yükler artık eskisi kadar ağır gelmiyor.
Yaşamayı sevince, onunla tatlı bir belaymış gibi baş etmeyi de öğreniyor insan. Mustafa Kutlu gibi “Bu, böyledir.” diyorum, zorlamıyorum. Çünkü, hoşumuza gitmeyen bir gerçeği reddedip, onu hoşumuza gidecek ve başkalarını kandıracak şekilde yeniden kurgulamak çok aciz işi gibi geliyor bana. E bu durumda ruhun da diğerlerine göre daha yıpranmış ve yamalı oluyor. Olsun! Cioran diyor ya,
“ Mahvolmamış bir ruh mu? Her neredeyse bulunsa da tutanağa geçirilse…”
Evrenin kaprislerinden bunaldığım kadar adaletine ve sunduğu güzelliklere de inanıyorum. Bu dünyada kötülüklerin ve güzelliklerin ağırlığı benim için eşit terazide. Sadece güzellikleri görüp kötülüğü yok sayacak kadar aptal değilim. Ama iyilikleri yok sayıp deli bir melankolinin içinde boğulacak kadar umutsuz da değilim. Sonuçta hepimizin kördüğüm gibi gözüken dertleri ve darmadağınık kaygıları oluyor zaman zaman. Ve böyle anlarda sonsuza dek sürmeyecek şekilde, elbette melankoliye de düşmeli insan, umutsuzca da düşünebilmeli, endişelenebilmeli. Sonuçta, hayat onu umursamadan ya da yok sayarak tadını çıkarabileceğimiz bir şey değil. İşte bütün felsefem bu.
İçim, üzerinde yer yer birkaç ağacın yükseldiği ve bacasından dumanlar çıkaran minnacık evlerin olduğu dümdüz bir ovaya benziyor. Ve o dümdüz gibi görünen ovada aslında engebeli patikaların da olduğunu biliyorum. Hem tomurcuklanıp nice baharı karşılayacak ağaçlarım ve üşüyünce sığınacağım evlerimin olduğunu biliyorum. Hem de beni çok üşütecek bir mevsimin zamanı geldiği için kapımı çalacağını ve ağaçlarımda ne kadar çiçek varsa soldurup yapraklarıyla birlikte dökeceğini biliyorum. İşte ben en çok bu dengeyi seviyorum.
Hani Cesare Pavese misali;
“Bu fırtınalı denizin ötesinde nasıl bir dünya var bilmiyorum, ama her okyanusun, uzak da olsa, bir başka kıyısı vardır, bende o kıyıya ulaşacağıma inanıyorum.”