Bazen çıtır çerez deyip kahkahalarla geçiştirdiğimiz filmlerde de oldukça derin anlamlar yatabiliyor. Bir romcom olarak bilinen, (hatta pek çok insan tarafından bilinmeyen) başrolünde Angeline Jolie’nin yer aldığı Life or Something Like It filmi bunlardan biri.
Konusu kısaca şöyle:
Angelina Jolie’nin canlandırdığı, başarılı, seksi, oldukça hedef odaklı bir gazeteci olan Lanie Kerrigan, dışarıdan mükemmel görünen bir hayat sürerken, bir gün bir sokak kahininin kehanetiyle sarsılıyor. Maç skorları, hava durumu ve daha pek çok konu hakkında kehanette bulunan adam Lanie’ye “Bir hafta içinde öleceksin” der ve olaylar gelişmeye başlar. İlk etapta bu kehanet onu dehşete düşürse de bir süre sonra kariyerini ve başarısını her şeyin önüne koymuş olan Lanie’nin ilk kez hayatını sorgulamasına sebep olur.
O kusursuz görünen yaşamı içerisinde gerçekten mutlu mudur?
Sahip olduğu bu yaşam ruhunu doyurmaya yetiyor mu?
Kahin haklı mı yoksa bu üzerinde durmaya değmeyecek basit bir olay mıdır?
Filmi izlerken doğal olarak siz de Lanie’nin ölüp ölmeyeceğini merakla beklemeye başlıyorsunuz. Kaza mı geçirecek, hasta mı olacak yoksa biri mi öldürmeye çalışacak? Sonra karakterle beraber bir aydınlanma yaşıyorsunuz.
Buradaki fiziksel bir ölüm değil aslında, sadece bir metafor. Kahinin ona yaşamının son bulacağı günün tarihini net olarak vermesi ona önce büyük bir korku ve panik yaşatsa da daha sonra yaşamı daha net görmesine, ona hiç bakmadığı bir pencereden bakmasına sebep oluyor. Bir noktada onu; kariyer hırsı yüzünden ihmal ettiği ailesiyle ve sevgiye kapalı kalbiyle karşı karşıya getiriyor bu kehanet. İçine dönmesine sebep oluyor ve orada hayatı boyunca hep güçlü ve mükemmel görünmeye çalışırken, derinlerde yapayalnız ve kaybolmuş bir insan yarattığını fark ediyor.
Yani bir sokak kahininin rastgele söylediği bir cümle; Lanie’nin hayatında önemli olanı bulması, yüzeysel mutlulukların ötesine geçmesi, yani eski benliğinin ölmesi ve yeniden doğması için bir fırsat oluyor.
İşte bu hikaye, hepimize şu soruyu sorduruyor:
Bizim hayatımızda da ölmesi gereken şeyler var mı?
Geçmişin yükleri, bizi tüketen (üstelik gerçek bile olmayan) korkular, bizi olduğumuz yerde tutan alışkanlıklar…
Eski benliklerimizden vazgeçmeden, yeniye yer açmak mümkün değil. Lanie’nin eski hayatı, ruhunun derinliklerinde sıkışıp kalan “gerçek kendisini” bulmasına engeldi.
Peki ya biz?
Bence yaşamımızı anlamlı kılan şeyin tam olarak farkında değiliz, bu yüzden de yanlış hedefler önceliğimiz oluyor. Bu öncelikler uğruna verdiğimiz yoğun çaba da içimizde mutsuz bir insan yaratıyor. İşte bazen ansızın donup kalmamızın, bir şeylerin cevabını veremeyişimizin, ya da kazandıklarımızın verdiği sahte mutluluğun hızlıca uçup gitmesinin sebebi bence tam olarak bu!
Pek çok düşünürün uzun yıllar boyunca üzerine kafa yorduğu evrensel bir sorundur aslında bu. “ İnsan ne ister?, İhtiyacı olan aslında nedir?” Mesela Viktor Frankl bu soruya, “İnsanın esas arayışı, hayatta bir anlam bulmaktır” diyor. Filmdeki karakterin bir kehanetle başlayan yolculuğu, onun kendi anlamını bulmaya başlamasına kapı aralıyor. Belki de bu yüzden bu hikaye hepimizi düşünmeye davet ediyor: Biz kendi hayatımızda neyin peşindeyiz?
Modern dünyada, başarı ve hırs uğruna kendimizi tükettiğimiz bir döngünün içinde kaybolabiliyoruz. Sahte isteklerin içimizi oymasına, ruhumuzu yağmalamasına izin veriyoruz. Ta ki istediğimiz esas şeyin çabaladığımız şey olmadığını anlayana kadar.
Hadi gelin bugün tüm telaşımıza kısa bir mola verelim ve kendimize soralım:
Hayatımda ölmesi gereken şeyler neler? Ve hayatımı daha anlamlı hale getirmek için neyi yaşatmam, neyi hatırlamam gerekiyor?
Kim bilir…
Belki de yaşamın esas sırrı artık bize hizmet etmeyen şeyleri bırakabilme cesaretinde gizlidir.
Belki içimize sinen, derinlik sahibi ve doyuma ulaşmış bir benlik yaratmanın yolu budur.
Durup düşünmek, doğru bir öncelik listesi oluşturabilmek, fazlalıkları ve sahte olanı gömebilmek, anlamlı olana yer açabilmek….
İşte hepsi bu. Hadi başlayalım.