KIRMAMIZ GEREKEN KABUKLAR: BİR SALYANGOZUN ANILARI

Günaydın🤎

Ben ve kahvem yeni yazı için hazırız. Bu 2025’in ikinci yazısı! Neden bilmiyorum ama bu yıla karşı çok umutluyum. Sanki genel olarak bu yıl kendimin çok seveceğim bir versiyonuna şahit olacakmışım gibi geliyor. Ve sanki kalbimin daha sakin olacağı ve daha bir kendimden emin hissedeceğim günler yaşayacakmışım gibi hissediyorum. Umarım öyle olur, buna çabalayacağım! 🙂

Neyse konudan sapıyorum!

Birkaç gün önce 2025 yılı için hazırladığım izleme listemden bir animasyon açtım. Her sahne her duygu o kadar çıplaktı ki, daha önce hayata dair gerçekleri bu kadar iyi yansıtan bir animasyon izlememiştim. “Hayata dair” diyorum çünkü genelde izlediğimiz şeylerde kötü bir olay yaşandığında hemen ardından o acının mükafatı gelir ya, işte bu öyle değildi. Bazen kötü bir olayın ardından daha kötüsünün de gelebileceğini, o anda kimsenin yanımızda olmayabileceğini, olsa da aynı dili konuştuğumuz halde bizi anlamayabileceğini, bazı yalnızlıkların ömür boyu sürebileceğini, geçmişi geride bırakmadığımız sürece bir geleceğimizin olmayabileceğini ve bazen ilahi adaletin rötarlı gelebileceğini ama buna rağmen hayatı yeniden daha çok vaktimiz varmışcasına sevebileceğimizi kusursuz bir şekilde anlatıyordu.

Animasyonun ismi; Bir Salyangozun Anıları. “Aynı anda hem gülmeyi hem ağlamayı mümkün kılan bir şey var mı derseniz bence o bu animasyon.

“Hayat seni ne kadar yıpratırsa yıpratsın, ilerle; hatta bu ilerleyiş bir salyangozun hızında bile olsa ilerle” diyen bu animasyon, insan olmanın karmaşıklığını ve zorluklarını dengeli bir hüzün ve mizah karışımıyla klişeye düşmeden anlatıyor. İşte başarısının sırrı da bence tam olarak burada. Çok fazla iyimserlikle ya da acıyla bunaltmıyor sizi. Hem büyük hem de küçük acıları da mutlulukları da bir arada, hayatın matematiğini görmezden gelmeden sunuyor. Dolayısıyla senaryosundan görselliğine, müziklerinden diyaloglarına kadar tüm yönleriyle sıcacık, samimi ve sarmalayıcı bir yapım olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Şimdi gelelim konusuna, ki bu kısımdan sonrası spoiler içerebilir, bilginiz olsun.

Hikaye, annesini doğumda, felçli babasını ise küçük yaşta kaybeden ve ardından farklı ailelere evlatlık verilen Grace ve Gilbert isimli ikizlerin hayatına odaklanıyor. Hayatta kalmalarını sağlayan tek şey, bir gün yeniden bir araya geleceklerine dair inançları. Ancak ne yazık ki, hayat onlara hiç de adil davranmıyor.

Filmimiz Grace’in yaşamdan umudunu kesmiş bir yetişkin olarak az evvel vefat eden ve dünyadaki tek arkadaşı olan Pinky isimli yaşlı bir kadının bahçesinde “Sylvia” adını verdiği salyangozuyla konuşmasıyla başlar. O Sylvia’ya anlatırken bizler de onunla birlikte geçmişe dönüyor ve hikayenin ilk başladığı ana, yani Grace’in ikiz kardeşiyle anne karnındaki huzurlu anlarına kadar uzanan kısa ama nefes kesici bir yolcuğa çıkıyoruz.

Grace, kardeşi Gilbert ile anne karnındaki huzurlu anları anlatırken bir anda hem prematüre bir şekilde hem de okul hayatında uzunca bir süre zorbalığa uğramasına sebep olan dudağındaki kocaman bir yarık ile dünyaya geliyor ve doğduğu gün de annesini kaybediyor. Bir süre sonra babalarını da kaybeden ikizler farklı ailelere evlatlık veriliyor.

Grace, farklı cinsel saplantıları olan garip bir aileye gönderilirken, Gilbert, kökten dinci bir ailenin inanılmaz derecede baskıcı ortamında zorlu bir yaşam sürmeye başlıyor. Ama yaşamları ne kadar zor olursa olsun, aralarında kocaman bir çöl olsa bile iki kardeş, mektuplaşmaktan ve birbirleriyle haberleşmekten asla vazgeçmiyor. Zaten bu zorlu hayatlarını çekilir kılan tek şey aslında.

Grace, kendisini sürekli yalnız bırakan yeni ve tuhaf ailesinin yanında giderek yalnızlaşmaya başlıyor. Onu avutan ve bir nebze de olsa iyi hissettiren şey, annesinden miras kalan gerçek ya da kilden yapılmış salyangozlar biriktirmek ve elbette yaşlı ama hayat dolu arkadaşı Pinky ile zaman geçirmek. Bu iki şey biraz da olsa Grace’in içindeki boşluğun kapanmasını sağlıyor.

Hikaye daha çok Grace üzerinden ilerlese de film boyunca diğer karakterlerin de geçmişteki anılarına tanık oluyoruz. Ama pek çoğunun da ortak özelliği, hayatın herbiri üzerinde oluştuğu sert kabuklar, bir salyangoz gibi içe kapanma hali… Grace’te bu daha fazla, çünkü çocukluğundan yetişkinliğine varana kadar arkadaşlarından tutun da onu sevdiğini zannettiği erkeğe kadar hemen hemen herkes bir şekilde üzerinde zorbalık uyguluyor ve bu da onun kendi içine kapanmasına, sürekli yemesine, hareketsiz bir hayatın içerisinde kimseyle bağ kurmamasına sebep oluyor.

Ta ki belirli kırılma anları yaşayana kadar. Bunlardan biri kardeşiyle alakalı bir diğeri ise hiç şüphesiz Pinky’nin ölmeden önce ona yazdığı mektup. O sahnede gerçekten boğazımın düğümlendiğini ve her cümlede kendi yaşamıma dair bazı anları düşündüğümü hatırlıyorum. Şöyle diyordu:

” Şunu öğrendim ki en kötü kafesler, kendimiz için yarattıklarımızdır.
Grace, kendin için bir kafes yarattın.
Ama bu kafes hiçbir zaman kilitli değildi; korkuların seni esir tuttu.
O salyangozlardan kurtul ve kendini özgür bırak.
Şimdi kabuğunu bırakmanın zamanı geldi.
Biriktiğin anılar ve eşyalardan, salyangozlardan kurtul,
çünkü bu seni sınırlıyor ve ilerlemeni engelliyor.
Biraz kendine acıman normal, ama artık ileriye gitme zamanı.
Acı olacak, ama hayat böyle. Yüzleşmek zorundasın. Cesur ol.”

Bu mektup beni darmadağın etti. Ağlattı, gülümsetti, elimden tutup ayağa kaldırdı resmen.

İkiz kardeşlerin yaşadığı travmalar, güvensizlikler ve dış dünyanın baskısıyla ördükleri “koruyucu kabuklar” ve bu kabukları kendi güçleriyle kırmaya çalışmaları o kadar dokunaklıydı ki, onların mücadelesini izlerken elimi bir an olsun kalbimden uzak tutamadım.

Ayrıca yönetmen ilk etapta uğur böceklerini metafor olarak kullanmak istemiş ama daha sonra salyangozlarda karar kılmış. Bir de yaşlı kadının mektubunda
Kierkegaard’ın “Hayat sadece geriye doğru anlaşılabilir, ama biz onu ileriye doğru yaşamak zorundayız.” sözüne yer veriyor. Salyangozların geriye gidemedikleri ve bir defa geçtikleri yoldan bir kez daha geçmedikleri düşünüldüğü zaman hem salyangozların kullanılmasının hem de bu sözün filmin anahtarı olarak kullanılmasının ne kadar doğru bir karar olduğunu anlıyoruz.

Geriye dönüp baktığımda bu filmden aklımda şu mesajlar kesinlikle kalacak:

Hayatta en büyük parmaklıklar zihnimizde. Olmak istediğimiz insana dönüşebilmek için önce o kafesi terk etmemiz gerekiyor.

Ayrıca hayatın özü küçük zevklerin tadını çıkarmakta yatıyor.

Bu yüzden, benim için sadece bir film değil, bir yaşam rehberi oldu. Öyle güzel bir yapım ki, hayatımın bazı dönüm noktalarında tekrar tekrar izlemek isteyeceğim bir eser olarak kalacak.

Ayıca şunu da eklemek istiyorum. Bazen pek çoğumuz hayata başlarken sanki tepemizde kara bir bulutla doğmuşuz gibi hissedebiliyoruz. Hayatımız, bu bulutun getireceği fırtınadan korkarak, her an ortalığı mahvedecek bir yağmurun yağmasını beklemekle geçer. Ama işte o yağmur, sadece fırtınanın habercisi değil; aynı zamanda sonunda gökyüzünü rengarenk bir gökkuşağıyla süsleyen bir mucizenin de habercisi. Bunu fark etmiyoruz, çünkü genellikle sadece fırtınayı düşünürüz öyle anlarda, gökkuşağını değil. Film, bana bu gerçeği yeniden hatırlattı: Zorlukların ardından güzellikler doğar, yeter ki gökkuşağını görebileceğimiz kadar sabredelim.🤎

Sevgilerimle…🧚🏼‍♀️

Kategoriler: KEŞİF
tastimcemberimden

Yazan:tastimcemberimden Yazarın tüm gönderileri

Selam, ben Fatma, Halkla İlişkiler ve Reklam bölümü doktora öğrencisiyim. Burada bana ilham veren kişilerin öykülerini, okuduğum kitapları, izlediğim film ya da belgeselleri yani beni çemberimden taşıran şeyleri paylaşıyorum. Eğer sen de ilhamını bulmak ve çemberinden dışarı taşmak istiyorsan bu öğrenme yolculuğunda bana eşlik edebilirsin.

Bir cevap bırakın

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Çerez Notları

Web sitemizde çerezler kullanılmaktadır. Bu siteyi kullanmaya devam ederseniz bundan memnun olduğunuzu varsayacağız.