” Bir gün öyle bir gideceğiz ki İstanbul’dan, sanki hiç yaşamamışız gibi olacak. Sanki her şey bir rüyaymış gibi gelecek. ”
Böyle demişti babam, İstanbul’dan dönüşümüzle ilgili. Rüya… Aynı anda hepimizin gördüğü bir rüya…
Haklıymış… Şimdi geriye dönüp baktığımda, yaşanan birçok şey, okunup rafa kaldırılmış, tozlanacak kadar zamanın gerisinde kalmış, sihirli bir masal gibi geliyor. Ve bugün o sihirli masalın içinden, çok özel, çok güzel bir günü hatırladım. Hatice Öğretmeni, ikinci annemi…
Hiç unutmuyorum, yedi yaşındaydım. İstanbul’ a taşınalı iki yılımız olmuştu. Taksim’de dört katlı bir binanın ikinci katında, iki göz odası olan bir evde yaşıyorduk. O eve de yeni geçtiğimiz için, dönemin ilk haftalarını kaçırmıştık ve okula yazılamamıştım. Kayıt için gittiğimizde de bu sebepten dolayı okula almamışlardı beni. Kapıda bekleyen velilerden biri, okulun müdürüyle olan tartışmamızı görmüş olacak ki, çıkar çıkmaz annemi yanına çağırdı. Ve Beyoğlu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğü’nün yolunu tarif etti. İstanbul kazan, biz kepçe! Aradık, sorduk ve nihayetinde bulmuştuk Milli Eğitim Müdürlüğü’nü. İstiklal Caddesi’ndeki binanın ikinci katına çıktık ve kapıyı tıklatıp girdik içeri. Annem durumu olduğu gibi anlattı. Milli Eğitim Müdürü sakin bir şekilde bizi dinledikten sonra, okulu aradı, kısa bir görüşme yaptı ve kayıt için okula gidebileceğimizi söyledi. Tek bir telefonu yetmişti anlayacağınız.
Okula başlamıştım başlamasına fakat İstanbul’ da henüz çok yeni olduğumuz için, maddi durumumuz bana yeni bir okul forması almaya müsait değildi. Olsundu… Gidip geliyordum yine de. İlk yıl, zamanında Mardin’in bir köyünde görev yapmış, oldukça yaşlı, Talat adında bir öğretmen giriyordu derslerimize. Sonra ise kızıl, gür saçlı , açık tenli, zayıf bir kadın girmeye başladı. Adı Hatice’ydi. Tanıyıp tanıyabileceğiniz en güzel, en dili tatlı, en hüzünlü ve en iyi öğretmendi o. Bilirsiniz, insan çocukken çok çabuk seviyor ve alışıyor. O yaşlarda yargılamayı, kusur bulup ayıplamayı bilmeyiz. Çok kısa bir zaman içinde alışıp sevmiştim Hatice öğretmeni. Hatta bazen diğer öğrencileri benden daha fazla sevme ihtimalini düşünür, üzülür, gözlerim dolardı. Çocuk aklı işte !
Hani demiştim ya okul formam yoktu diye, kimin verdiğini hatırlamadığım mavi bir önlük giyip gidiyordum okula. Bu da Hatice öğretmenin dikkatini çekmiş olacak ki, teneffüste yanına çağırdı beni. ” Şimdi seni Hülya annenle gezmeye göndereceğim canım. Sana birkaç hediye alacak, gitmek istersin değil mi? ” demişti. Olur anlamında başımı salladım. Sınıf annemiz olan Hülya teyze de gülümseyerek elimi tuttu ve Kasımpaşa’nın çarşısına çıktık birlikte. Önce bana bir okul forması aldık, ardından da kırmızı bir ayakkabı. Sonra da lacivert, belinden kırmızı çizgilerin geçti bir mont üzerine de lacivert bir ressam şapkası. Hani şu yukarıdaki fotoğrafta taktığım kırmızıya benzeyen. Artık tamamdım. Yepyeni okul formam, lacivert paltom ve kırmızı ayakkabılarımla bambaşka biri olmuştum. En azından öyle hissediyordum.
Hülya teyze önceki formamı ve ayakkabılarımı bir poşete koydu ve Hatice öğretmenin beni böyle görürse çok beğeneceğini söyledi. Öylece gittik okula, öğretmenler odasının olduğu kata çıktık. Ve biz daha varmadan kapı açıldı. O an… O kısa anın benim için ne kadar kıymetli olduğunu hiçbir zaman hakkını vererek anlatamam, biliyorum. Büyük bir sevgiyle gözlerimin içine bakarak ” Kızımmm! ” dediğini hatırlıyorum. Ve ona doğru koştuğumu, sımsıkı sarıldığımı… O kadar mutlu ve şanslı hissetmiştim ki.
Basit bir hikaye gibi gelebilir, ama benim için o kadar kıymetli ki. Herhangi bir çocuk olsam o üstümdekilerin değişmesinin benim için pek bir anlamı olmazdı belki. Ama, hani filmlerde olur ya, anne, baba ve çocukları yan yana, ellerinde bavulları vardır. Bir yandan da çuvallara, bezlere sarılmış yatak döşekleri… Haydarpaşa’dan girerler İstanbul’a. İşte biz işte öyle bir yoklukla gelenlerdendik şehre. Bu yüzden üstümdekilerin değeri benim için paha biçilemezdi. Ve Hatice öğretmenin de… Yüreğinin de…
Hala da ne zaman bir ilkokulun önünden geçsem, durup öylece çocuklara bakarım. İçlerinden, kendime en çok benzeyeni bulmaya çalışır, acaba onun hikayesi nedir, onu da çok seviyor mudur, hediyeler alıyor mudur öğretmeni diye düşünürüm. Şu kafamdaki şapkayı bile sevmemin sebebi o. Bana hep o lacivert şapkayı, çok mutlu olduğum günü, Hatice öğretmeni hatırlatıyor.
Başta Hatice öğretmenim olmak üzere, tebessümle hatırlanmayı hakeden tüm öğretmenlerin ” Öğretmenler Günü” kutlu olsun.
Sevgiyle…
** Bu arada fotoğraftaki dünyalar tatlısı insan da Güzel Sanatlar Fakültesi’nin efsanelerinden ve benim muhabbetini, şarkılarını çok sevdiğim Cengiz Hocam. 🙂 Bir gün onun da, bana anlattığı güzel hikayeleri buradan sizlere anlatacağım. Keyifle kalın…