Enerjisini kıştan alanlara selam olsun ! ✌
Ben, güne uzun zamandır okumak istediğim ama her defasında bir başka sebepten dolayı okuyamadığım George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksendört ile başlıyorum. 47 yıllık ömrüne iki ölümsüz eser bırakan Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ ü, herşeyin, düşünmenin bile devletin denetiminde olduğu belleksiz ve muhalefetsiz bir toplum tehlikesine karşı bir uyarı. Ve koca dünyanın, sürekli birbiriyle savaşan üç totaliter polis devletinin egemenliği altında olmasını anlatan roman, düşsel bir gelecek ile sunuluyor. Ayrıca kitabı okurken ‘herşeye rağmen bir umut’ klişesinin olmadığını farkedeceksiniz. Çünkü Orwell böyledir. İyilikten, umuttan ve barıştan bahseder. Fakat, kitapları asla tüm sorunların çözümlendiği bir hayatın o rahatlatıcı umudunu taşımaz. Kitaplarına sırtınızı yaslamak istediğinizde, işte tam da bu sebeplerden dolayı iğne gibi batar.
Şimdi, İngiliz edebiyatının ilk ve en ünlü anti-ütopik edebi eserlerinden olan Bin Dokuz Yüz Seksendört”ün ayrıntılarına geçelim.
Dünyada üç totaliter devletin hüküm sürdüğü bir kutuplaşma var. Üç devlet te birbiriyle sürekli savaş halindedir. Bir de Büyük Birader ya da orijinal adıyla Big Brother tarafından yönetilen,Okyanusya ülkesi var. Bu öyle bir yönetim şekli ki, Dostoyevski’nin deyişiyle adeta ‘ Etrafa tükürükler saçan,elleri belinde,yol kesen bir külhanbeyinin ta kendisi! ” gibidir. Söz çok yerinde çünkü; zamanında büyük bir devrim ile iktidarı ele geçiren adı İngsos olan partinin hüküm sürdüğü ülkede, birinci ve ikinci dereceden tüm insanlar, her an her dakika izlenmektedir. Ayrıca bu ülke yıllardan beri Avrasya ile savaşmakta ve Doğu Asya ile de ittifak halindedir. Yoksa değil mi ? Acaba yıllardır Doğu Asya ile mi savaşıyor? Avrasya ile dost, Avrasya ile hiç savaşmadı Okyanusya.
Bu kafa karışıklığını bir tek ben değil kitabın içerisindeki halk ta yaşamakta sevgili okur. Çünkü, bu ülke sürekli bir savaş halinde olmakla beraber, tarihini de durmadan yeniden yazıyor ve önceki yaşanan herşeyi de kayıtlarla birlikte yok ediyor. Sistem ayrıca, tüm insanlara gün geçtikte kelime sayısını azalttıkları bir dil kullandırtmaktadır. Ki bence kitabın en düşündürücü kısmı burası. Sonuçta kendini dil açısından yetersiz olmak,hem bilgi edinme hem de bilgiyi açığa vurma yönünden etkinliğin de yitirilmesi demektir. Bu koşullarda yetişmiş bir birey de asla sistemi tehlikeye sokacak herhangi bir bilgiye de ulaşamaz.
İşte bu belge yok etme ya da yeniden yazma işini yürütenlerden biri de, partinin içindeki memurlardan biri olan Winston Smith’tir. Kahramanımızın her sabah işe gitmekle başlayıp akşam eve döner dönmez kendini direkt yatağına atmasıyla son bulan rutin bir hayatı vardır. Üstelik sadece o değil proleterler dışında, parti için çalışan herkesin hayatı böyledir. Çünkü, ülkenin her yerinde insanları gözetleyen, diken üstünde yaşamalarına sebep olan bir tele ekran vardır. Parti dışında düşündüğünüz her şey birer suç. Ve bu suçun cezasını da Düşünce Polisi veriyor. Ona yakalanırsanız eğer buharlaşırsınız. Adınız, resminiz, varlığınız, doğmuş olduğunuz gerçeği bile bütün belgelerden silinir. Yok olursunuz bu dünyaya hiç gelmemişsiniz gibi…
Korkutulmaktan robotlaşan ve bu yüzden sadece partiye itaat eden toplum karşısında, kahramanımızın kimseye güveni kalmamıştır. Fakat bir gün, yine onun gibi parti için çalışan, Julia adında esmer bir kız gözüne takılır. Her ne kadar başta önemsemese de, kendine bir eskiciden defter almaya gittiği gün (ki bu da yasak )Julia ile yine göz göze gelir. Ve kızın kendisini izlediğini hatta onun düşünce polisi olduğunu zanneder. Bu yüzden Julia’yı öldürmeyi düşünür. Fakat, kızın “Seni seviyorum. ” yazılı bir notu eline sıkıştırmasıyla Winston’in düşünceleri değişir ve ondan hoşlanmaya başlar. Ufak bir fırsat yaratıp bir buluşma ayarlarlar. İlk buluşma yerlerini ıssız bir orman olarak seçen çift ormanda buluşur ve etrafta dinleme cihazı olup olmadığını kontrol ettikten sonra birlikte olurlar. Bu arada Julia kendinden önce de yüzlerce kişi ile yatmıştır. Ki bu durum, partiye ve sisteme karşı bir davranış olduğu için Winston ‘in da hoşuna gider. Çiftimiz, partideki işlerden sonra daha düzenli ve güvenli buluşmalar için proleterlerin olduğu bölgedeki eskici dükkanında bir oda kiralayarak zaman geçirmeye başlar. Bir kaç buluşmadan sonra bir gün ikisi de şuanki iktidara karşı olan, gizli bir grubun varlığından haberdar olur ve bu gruba katılmaya karar verir. Ellerine bu örgütün kitabı bir şekilde ulaşır. Winston, dayanılmaz bir beklenti ile kiraladıkları odada kitabı okurken bir patırtı kopar ve basılırlar. Çünkü, odalarında duvara asılı olan şeyin bir tablo değil, tele ekran olduğunu herşeyin planlanmış olduğunu çok geç farketmişlerdir. Haliyle tutuklanırlar ve Sevgi Bakanlığı’na gönderilirler. ( Burası işkence yeridir fakat sistemdeki çiftdüşün yönteminden dolayı bu ad verilmiştir. )
Winston’ a çeşitli işkenceler yapılır, beyni yıkanır. Ve tekrar sistemin istediği hale gelip gelmediğini anlamak için durmadan, iki kere ikinin kaç olduğunu sorarlar. Çünkü parti ” bunun cevabı beş ” dese beştir, kesinle tartışılamaz. Winston bu süreç içerisinde yıpranır, yaşlanır. Ve sonunda artık tüm fikirleri değişir ve sistemin buyruklarını kabul edecek kıvama gelir.
Tavsiye edilir mi ? Gönül rahatlığıyla… ?