Selamlar olsun !
Döneli bir hafta oldu bile Karadeniz’den. Aslında bir süre daha orada olmak güzel olurdu, ama orada geçen her gün, İç Anadolu’ya adaptasyonumu daha da zorlaştıracağı için erken dönmek en iyisi oldu galiba. Malum her ne kadar güzel günlerim de, olsa dört yılım denizsiz, kuru ve soğuk bir şehirde geçti. Ve şimdi yine o şehirdeyim. Ama hala gözlerimi her kapattığımda o deli mavinin kıyısında görüyorum kendimi. Burnumda yosun kokusu, kulağımda hırçın dalgaların sesi ve kumların gerisinde yeşilin her rengini avucuna alan yağmurlu toprağı …
Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.
Herşey o kadar sadeydi ki. Yemyeşil bir doğa, ayağının ucunda ve tepesindeki sonsuz mavilik, birbirinden uzağa kurulmuş ahşap evler, henüz insan elinin değmediği ormanlar, bir tek şelalelerin bölebildiği sessizlik, sade gündelik telaşlar… Absürt olan bir tek, ellerinde cep telefonlarıyla durmadan fotoğraflar çeken, manzaraları beynine değil de ellerindeki makinelere kaydetmeye çalışan, telaşlı telaşlı hareket eden bizlerdik. “Şunu şurada paylaşalım.” ya da “Buraya gittiğimizi şunlar da bilsin.” derken azalan farkındalığımızın, gitgide geri dönülmez hale gelen prototipliğimizin zerre kadar farkında olamıyorduk maalesef. Hani şair diyor ya ” Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya.” Tam da bize söylenmiş bir söz! Ama işte zaman, zamanın kuralları, şehir ve şehrin kendi ellerimizle zorlaştırdığımız koşulları bizi kendi potansiyelimizden gittikçe uzaklaştırıp asalak bir yaratık haline getirdi. Bir oyuncak gibi oynuyoruz kendimizle. Sonra da hep bir uzaklara çekip gitme hayalleri kurup esas özgürlüğün bu olduğuna inanıyor, bulunduğumuz yere ayak uyduramıyor, kendi içimize sığamıyoruz.
Zamana tabi yaşayan yani ömrünün, dünyaya gelmekle başlayıp, ölmekle son bulacağını bilen bir varlıktan bahsediyoruz. Bence bu açıdan bakarsak özgürlük bambaşka birşey olmalı. Yani en azından çekip gitmek olmamalı. Olması gereken herkesin kendi benliğini bulabilmesi sadece. Yani bizlere ne yapmamız gerektiğini söyleyenleri dinlemek ya da onların bizler için koyduğu hedefleri hedeflerimizmiş gibi algılamak, teknolojinin sunduğu her imkanı nimet gibi öpüp başa koymak olmamalı. Çünkü bizleri mutsuz eden, sürekli kısıtlanıyormuşuz gibi hissettiren şey, kendi merkezimizden uzaklaştırılıp başkalarının koyduğu hedeflere yönelmemiz ve bunu başaramama durumunda hissettiğimiz o ” bir işe yaramıyoruz!” hissi. Bu böyle olmamalı.
Biliyorum sevgili okur. Cümleye, bir gezi yazısı gibi “Karadeniz’den döneli…” diye başlayıp da deneme yazısına çevirmek biraz saçma gelmiş olabilir. Ama inanın içimden ne geçiyorsa onu en sade haliyle ve öyle beylik laflar etmeden sizlerle paylaşmak istedim sadece. Şu günlerle hiçbirşeyin gördüğüm kadar olmadığını,ardında daha fazlası olduğunu hatta olması gerektiğini düşünüyorum. Bu da birçok şeyi saçma ya da yada daha anlamlı kılıyor. Yani fotoğrafını koyduğum o gün batımının bir de gün doğumu var. Ve önemli olan o iki vakit arasına neyi sığdırdığım ise, bir anlamı olmalı her anın.
Demem o ki, benliğimizden fazlasıyla uzağa düşürüldük zaten. Birçok hatanın, yenilginin, aniden girdiğimiz bunalımların sebebi de hala içimizdeki o asıl kişinin sesini kısık ta olda duymamızdan kaynaklanıyor. Yani etrafın sesini biraz kısalım, benliğimize dönelim, o başlangıç ve bitiş denilen zaman diliminin ortasını, bir çift gözü derin derin tadarak, yaprağın hışırtısını duyarak, toprağın yağmura bulanmış kokusunu içimize doldurarak, ne istediğimizi bilerek, yalınlığın, durağanlığın ya da temponun tadına vararak dolduralım.
Özetle, koşullar gittikçe zorlaşıyor, hayat hiçbirimiz için güllük gülistanlık değil, olmamalı da hep. Ve vicdan da lazım, insanız en nihayetinde Yani yaşamalıyız, iyisiyle kötüsüyle, derinden hissederek…