Merhaba,
Keşke anlatmayı ne kadar özlediğimi anlatabilsem.
Ama bu koşar gibi yaşamayı her kim icat ettiyse, onun yüzünden uzak kaldım sizlerden, anlatmaktan, içimi dökmekten ve sonra olanlara bakıp toparlanma cesaretimden…
En son 4 ay önce bir podcast yayınlamıştım. Ve sonrasında kendimi o kadar büyük bir telaşın ortasında buldum ki, değil bir durup dinlenmek, neye koşuşturduğumu unuttum. Yani insan bazen uğruna çabaladığı bir hedef için bir yola girdiğinde, o kadar yoruluyor ki, o yola ne için girdiğini bile unutabiliyor. Sonra o yolda bedeni ile ruhu arasındaki dengeyi kaybediyor ve ikisine işkence ediyor.
E peki ne oldu?
Acele etmeye gerek yok. Hepsini tek tek anlatacağım.
Ama öncesinde bir hikaye anlatmak istiyorum.
Podcast olarak dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz.
Bu hikaye; kendisi yerine tuvaldeki portresinin yaşlanması dileyen ve bu dileği gerçekleşince yoldan çıkıp yozlaşan, kendine yabancılaşan, haz ve güzellik tutkunu yakışıklı bir adamın hikayesi.
Dorian Gray’in Portresi
Basil Hallward ve Lord Henry çok yakın iki arkadaş. Basil bir ressam, Lord henry ilse soylu bir aileden geliyor.
Bu iki arkadaş çok yakın olmalarına, bir likte çok fazla zaman geçirmelerine rağmen aslında oldukça farklı kişiliklere sahip. Mesela Basıl iç güzelliğe, ahlaka, etik değerlere önem veriyor iken Lord Henry ise daha çok dünyevi olana, dış güzelliğe inanıyor ve insanın yaşamı boyunca içinden geldiği gibi yaşaması gerektiğini savuran bir karakter.
Ve bir gün bu iki arkadaş Dorian Gray adında genç bir adamla tanışırlar . Bu genç adam o kadar yakışıklı ve vücudunun her bir noktası o kadar kusursuzdur ki tanıştığı herkesi kolayca etkisi altına almayı başarmaktadır.
Ki bunlara bizim Basil ve Lord Henyr de dahildir. Hatta Basil, Dorian Gray’den o kadar çok etkileniyor ki ona, bir portresini çizmek istediğini söylüyor. Ve bu teklifi kabul eden Dorian Gray resmini yapması için her gün Basil’ın atölyesine gelmeye başlıyor. Kitabın bu kısımlarında Romantizm akımının etkisini görüyorsunuz. Dış güzelliği hat safhaya çıkaran diyaloglar sizi adeta büyülüyor. Tıpkı çizdikçe Dorian Gray’e daha da hayran olan Basil gibi.
Güzellik sonsuz mudur?
Bu arada Dorian ın resmi yapılırken atölyeye Lord Henry de gelmeye başlıyor. Ve atölye çıkışında yaptıkları konuşmalar bu iki karakter arasında bir dostluğun gelişmesine sebep oluyor.
Lord Henry, Dorian’a sürekli öğütler veriyor, onun çok güzel bir yüzü olduğunu ama ileride yaşlanınca bu güzelliğinden geriye bir şey kalmayacağını ve silik biri olacağını dile getiriyor.
Bu konuşmalar da Dorian Gray’i uzun uzun düşünmeye sevk ediyor.
Derken bir gün Basil Dorian’ın portresini nihayet tamamlıyor. Portreye bakan herkes bu kusursuz güzellik karşısında o kadar etkileniyor ki övgü dolu iltifatlar yağdırmaya başlıyor.
Bundan çok etkilenen ve Lord Henry ile yaptıkları konuşmaların da etkisiyle giderek kendi güzelliğinin daha fazla farkına varan Dorian, bu portreyi evinin en güzel köşesine yerleştirir. Ve o günlerde Lord Henry’nin kendisine verdiği bir kitabı da okumaya başlar. Bu kitapta insanın işleyeceği günahların onu aslında özgür yapacağını, içimizden geldiği gibi davranmazsak hayatın bir anlamı olmayacağını yazıyordu.
Değişim…
Dorian hem kitabın ona empoze ettiği bu düşünceler hem de portredeki kusursuz güzelliğine bakmanın sonucunda bambaşka bir insana dönüşür.
Ve birgün yakın dostu Lord Henry’nin ona söylediği şu cümle genç adamın hayatının akışını baştan aşağı değiştirir. Lord Henry ona şunları söyler:
” Bu tablodaki Dorian hep böyle kalacak. Senin yüzün buruş buruş olsa bile o hep genç ve yakışıklı kalacak.”
Bu konuşmanın ardından soluğu hemen portresinin yanında alan Dorian şöyle der:
Keşke ben değil, yalnızca portrem yaşlansa ve ben genç, diri ve yakışıklı kalsam”
Ne yazık ki Dorian Gray’in bu duası kabul olur.
Derken, günler, aylar ve hatta yıllar geçmeye başlar Portredeki Dorian Gray’in yüzünde ince çizgiler, saçlarında beyazlar belirir, oysa gerçek Dorian Gray hala o tablonun tamamlandığı ilk gün kadar genç ve yakışıklı görünmektedir.
İşin içine aşk girince…
Lord Henry ile dostluğunu sürdüren ve onunla zengin sınıfın umursamaz dünyasında partiden partiye giden Dorian Gray, bir gün Sibly Vane adında bir kızla tanışır. Görür görmez ona aşık olur ve fakir bir tiyatro oyuncusu olan alt tabakadaki bu kıza evlenme teklifi eder. Kız da aynı şekilde ona aşıktır ve bu teklifi hemen kabul eder. Tabi bir süre sonra kendi görünüşünün büyüsüne kapılan Dorian Gray Sibly’dan da soğumaya ve hatta onu hor görmeye başlar.
Ve birgün bu hisleri içinde daha fazla tutamayacağını anlar ve nişanlanacakları akşam kızın oyununu izlemeye gider.
Oyun biter bitmez kulise kızın yanına gidip ondan ayrılmak istediğini söyler ve oradan uzaklaşır. Genç kız ise bu ani ayrılığın ardından dayanamaz ve oracıkta intihar eder. Ve kızın abisi James, bunun intikamını almak üzere Dorian’ı adeta hafızasına kasır ve onu takip etmeye başlar.
Sibly’ın ölümünden kendini sorumlu tutan Dorian, bu duyguyu bastırmak için önce giderek yaşlanan portresine ardından daima genç ve yakışıklı kalan aynadaki suretine bakmaya başlar.
Kibir pusuda…
Kibirlenir ve giderek bambaşka bir insan haline gelir. Bazen antikaları toplayan, bazen modaya önem veren, kitapların ilk baskılarını toplayan, koku mesleğine merak salan biri olur. Bu kibirli haline ve ne zamanın ne hayatın onun suretinde tek bir iz bırakmayışına şahit olan herkes ondan nefret etmeye başlar.
Günahlarla dolu bir dünyanın içerisinde kendini kaybetmeye başlayan Dorian Gray’ın yaşadığı her şey tablodaki suretine yansımaya devam eder. Ve oradaki sureti o kadar korkunç bir ifade alır ki bundan korkan Dorian, tabloyu çatı katında bir odaya kilitler.
Geçmiş kapıyı çalınca…
Derken aradan yıllar geçer, bir akşam Dorian’ın kapısı çalar, gelen kişi uzun yıllar önce portresini çizen ressam Basil’dır. Dorian Gray’e şehirde
onun hakkında konuşulan tüm kötü dedikoduları ve diğer her şeyi anlatmaya başlar. Bunun üstüne Dorian portreyi ressama göstermek ister.
Basil resimdeki Dorian’ın yaşlı ve şeytani bakışlara sahip korkunç bir adama dönüştüğünü ama karşısında duran gerçek Dorian Gray’ın hala ilk günkü kadar kusursuz, genç ve yakışıklı olması karşısında dehşet dolu bir korkuya kapılır. Ama Dorian Gray ondan önce davranarak Basil’ı oracıkta öldürür. Cesedi de bir arkadaşının yardımı ile ortadan kaldırır.
Uyuşturucu batağına saplanan, zamanın içinde sıkışıp, bedeni bir türlü çürümeyen Dorian Gray, kimsenin bilmediği bu cinayetin ardından, her şeyden uzaklaşmak için küçük bir köye gelir. Zihnini içki, uyuşturucu ve tek gecelik ilişkilerle uyuşturan Dorian için burası aslında sığınaktır. Ta ki o sığınakta hiç ummadığı biriyle karşılaşana kadar.
Vicdan…
O kişi bir zamanlar hakaretler yağdırarak, hor görerek ayrıldığı ve intiharına sebep olduğu eski nişanlısı Sibly’ın abisi James Vane’dir. Bu küçük köyde James Vane birkaç kez Dorian’i öldürmeye teşebbüs eder ama gelgelelim ki zavallı adam bir av tüfeğinden çıkan kurşun sonucu hayatını kaybeder. Dorian Gray’e günahlarını hatırlatan bu adamın ölümü ve portredeki o yaşlı, şeytani bakışlı suretinin giderek katlanılamaz bir hale gelmesi Dorian’in değişmesi için bir işaret olur.
Evine geri döner, çatı katına çıkar. Portrenin üzerindeki örtüyü çeker ve ona uzun uzun bakar. Elindeki bıçağı önce portreye ardından kendi kalbine saplar. Evin uzakları üst kattaki odaya çıktıklarında önce portredeki Genç, yakışıklı ve kusursuz bir güzelliğe sahip olan Dorian Gray’e ardından da yerde kanlar içinde yatan, yüzü kırışmış, saçları bembeyaz olmuş Dorian Gray’e bakarlar. ”
Bu öykü ilk bakıldığında dünyevi yaşama gönlünü kaptırmış birinin başından geçenler gibi görünse de benim için yaşamı ile ruhu arasındaki dengeyi kaybeden bir insanın hikayesi.
Bu öyküyü size, hayalimdeki hayatı yaşamaya uğraşırken ruhum ve bedenim arasındaki dengeyi nasıl kaybettiğimi bana hatırlattığı için anlattım. Çünkü podcastin başında da söylediğim gibi, insan bazen uğruna çabaladığı bir yola girdiğinde, o kadar yoruluyor ki, o yola ne için girdiğini bile unutabiliyor.
İstediğim şey…
Benim İstediğim şey daima akademik dünyaya katılmak ve bir yandan da iyi bir reklam ajansında çalışıp kendimi geliştirmekti.
Bunun için ilk olarak eski işimden ayrılıp yaklaşık iki yıl boyunca kendimi her şeyden soyutladım ve akademik sınavlara hazırlandım, bir yandan da ileride eğer yeniden bir çalışırsam ajansta işime yarayacak ve beni öne çekecek ne kadar eğitim varsa aldım. Sektörel kitaplardan tutun da psikoloji ve felsefeye kadar ne varsa okudum. Abartısız söylüyorum günde neredeyse 16 saat çalışıyordum.
Ve sonunda tabi ki hem doktorayı kazandım hem de yeniden bir ajansta marka yöneticisi olarak işe başladım. İlk zamanlar bu hayale kavuşmuş olmanın heyecanı ile uykusuz kalmaya, normalin üzerinde çalışmaya devam ettim. Ve bunları sosyal medyada iştahla anlattım. Bu mecralarda ve yakın çevremde çizdiğim imaj elbette yalan değildi. Gerçekten de o kusursuz resim için çok çabalamıştım. Ama sonra sözde muhteşem hayatımın tek bir zerresine bile zarar gelmesin diye daima başarılı olayım diye kendimi kendimden kopardığımın ruhum ile bedenim arasında çok büyük bir boşluk yarattığımın farkında değildim.
Bazı aydınlanma anları…
Ta ki geçtiğimiz günlerde bedenim buna isyan edene kadar. Hayatımda ilk defa değil yemek yemek, su içmek yataktan çıkmaya bile mecalim kalmamıştı. İki kez işe giderken otobüste uyuyakaldım ve üç dört durak sonra uyandım. Günlerce yemek yemedim, sadece kahve ile ayakta durdum. Sırf biriler pes etti, vaz geçti bak durumu kötüye gidiyor demesin diye…O kusursuz resim bozulmasın diye kendi bedenime işkence ettim resmen. Hastalığımı, yorgunluğumu görmemezlikten geldim. Ya bir insan kendine bunu yapabilir mi demeyin sakın, yapabiliyormuş işte.
Ama roman okuyanlar biliyordur, o görmezden geldiğimiz hastalıklar ve yorgunlar aynı zamanda birer aydınlanma anları da olabiliyor. İnsan böyle zamanlarda hastalık ve ya yorgunluğunu dışlamak yerine vücudundaki her bir semptoma kulak verirse aslında o belirtilerin her biri bizi o hastalığın çıkışına sebep olan esas hikayemizin olduğu yere götürür. Eskiler hasta olunca şifayı kaptın diye boşuna demiyorlar.
Üretme telaşı mı?
Ve dedim ya kendimi kaybettiğim ve vücudumun resmen isyan ettiği o birkaç ayın sonunda durdum. Bedenime dönüp bakmanın ve onu dinlemenin aslında kalbe kulak kesilmekle aynı şey olduğunu gördüm. Bu yüzden de toparlanabilmek adına bir süreliğine podcastlere ya da sosyal medyadan bir şeyler paylaşmaya ara verdim. Bu gerçekten çok iyi geldi. Yaşadığım her şeyi ve öğrendiğim her yeni bilgiyi içselleştirmeden paylaşmamaya özen gösteriyorum.
İçselleştirmek demişken şunu da eklemek istiyorum.
Podcast çekmeye ilk başladığımda her hafta mutlaka bir kitap bir film ya da öğrendiğim yeni bir bilgiyi çekip paylaşacağım diye kendime bir hedef koymuştum. Ama şuanda bunun ne kadar yanlış olduğunu görebiliyorum. Çünkü ne kadar çok kitap okursanız okuyun, film izleyin, bir gün içerisinde ne kadar çok şey yaparsanız yapın, onu içselleştirmek zaman alan bir şey. Tabi dijital dünyada da kimlikler yaratmaya çalışıyoruz ve oradaki hayat gerçek hayatımıza nazaran çok daha hızlı akıyor. Yani durmadan paylaşım yapma ve bir şeyler üretme telaşımız da aslında bundan kaynaklanıyor tam olarak, bunu da artık anlıyorum.
Askıya alınmış hayatlar…
Ama yine de özellikle o kendi bedenime ve ruhuma kulak verdiğimden beri haftada 3 podcast paylaşanları, takipçilerine kitap ya da durmadan yeni bilgiler anlatanları takip etmemeye ve bunu yapmamaya da ekstra özen gösteriyorum. Sosyal medyada ve özellikle de instagramdaki paylaşımlara bakınca insan kendi mutluluğunun ve yaşayacağı güzel şeylerin askıya alındığını, kendisinin yetersiz olduğunu ve onların kusursuz bir yaşamı varmış gibi bir yanılgıya düşebiliyor. Ve bu kesinlikle yanlış bir varsayım. İnsanın gerçek hayatında ve sosyal medyadaki hayatında neler tükettiği gerçekten çok önemli.
Hayatımız ruh ve bedenin dengesi üzerine kurulu. Ve eğer sadece birine yüklenirsek ortaya hoyratça yaşanmış, bizi kendimize yabancılaştıran bomboş bir hayat çıkıyor.
Kendi adıma şunu söyleyeyim.
Akademik, sektörel ve dijital hayatımda bir denge yakalamaya çalışıyorum. Hepsinin aynı anda mükemmel olmayacağını, bazen birinde kaybedip diğerinde kazanacağımı hatta bazen hepsinde birden kaybetme ihtimalimin de olabileceğini kendime her gün hatırlatıyorum.
Okumak istediğim kitapların, izlemek istediğim filmlerin, belgesellerin ve okumak zorunda olduğum diğer şeylerin arasında kendimi boğmuyorum artık.
Önceliklerimi listeliyorum ve bunun başında daima beden ve ruh sağlığım geliyor, hep te öyle olması için özen göstereceğim. Sonrasında okulum ve işimin gerektirdiklerini o listeye ekliyorum. Ve paniğe kapılmadan adım adım ilerliyorum. Paniğe kapılmamak için de dönem dönem sosyal medyaya ufak molalar veriyorum. Bu farkındalık o kadar iyi geldi ki bana. Bu duyguyu yakalamayana kadar podcast çekmeyeceğime söz vermiştim.
Hazır hissettiğim için de bu bölümü çektim. Umarım sizin de bir durup düşünmenize, bedeninize ve ruhunuza kulak kesilmenize sebep olmuştur. Bu bölüm bedenine ve ruhuna yabancılaşmak istemeyen, yaşadığı her güzel şeyi, okuduğu kitabı, izlediği filmi vücudunun her zerresine kadar hissetmek ve içselleştirmek isteyen herkese çok çok iyi gelsin .
Kendinize iyi bakın!
Beni taştım çemberimden isimli instagram hesabımdan takip edebilirsiniz.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere görüşmek üzere. Hoşça kalın.