Herkese merhaba,
Bugün çocukluğumun kısa bir kısmını anlatarak giriş yapmak istiyorum.
Çocukluğum İstanbul’da Beyoğlu’nun çok tatlı bir mahallesinde geçti. Komşulukların, dostlukların sahiden yaşandığı bir mahalleydi burası. İnsanlar pencerelerden sepetlerini salar ve iki bakkala seslenerek Hasan abi, iki ekmek bir süt der, siparişlerini verirlerdi. Evler eski yapılardı. Bodrumu olan giriş katı düz ve ikinci kattan itibaren cumba gibi çıkıntılıydı.
Ve bu Evler bir pencereden diğerine makaralarla dönen iplerle birbirine bağlı gibiydi. Çamaşırlar o iplere asılırdı. Sokağın sesi hiç kesilmezdi. Çünkü gün boyu el arabasıyla “eskiciii” diye bağıran, poğaça satan, pikabının arkasındaki meyve ve sebzeleri satan insanların, gece yarısına kadar oyun oynayan çocukların ve her defasında kutlayacak bir şeyler bulan roman komşularımızın düğün, sünnet ya da sebepsiz eğlencelerinin sesleri duyulurdu. Akşamları annem çay demler, bardakları hazırlar ve elinde tepsiyle kapıya çıkardı. Ve burada komşularla çay içerlerdi. Saatler ilerleyince de gecenin sessizliği geneli müzisyen olan roman komşularımızın klarnet sesiyle bölünürdü. O mevsim, o yaz, o an, o klarnetin sesi hala gözümün önünde. Sanki hiç zaman geçmemiş gibi.
Geçmişe bakınca…
Ve hayat o zaman da zordu aslında ama çocukken insan pek fark edemiyor sanırım. Benim babam seyyar satıcıydı, annem de biz de ona yardım ederdik. Hayatımız çok yorucu, çok yıpratıcıydı. Bunu bir gün ayrıca anlatırım belki…
Çocukluğuma dair çok net hatırladığım şeylerden biri şuydu. Küçük, iki göz odalı evimizin, küçük odasında yatakları dizdiğimiz divanın dibinde yere uzanır ve ödevlerimi yapardım. O meşhur Temel Dersler kitabındaki okuma parçalarını okurken henüz 9-10 yaşlarındaydım ama sanki karşımda bir sürü insan varmış da hepsi beni dinliyormuş gibi gelirdi. Ve hep şunu isterdim içten içe, Bir gün insanlara anlatacak çok şey öğreneceğim ve onlar beni heyecanla dinleyecek, mutlu hissedecekler.
Ve şu an içinde bulunduğum yaşa, zamana, koşullara ve yaşanmışlıklara baktığımda aslında beni en çok mutlu eden şeyin yine “konuşmak, insanlara bir şeyler anlatmak, onların hikayelerini dinlemek ” olduğunu görüyorum. Yani aslında demek istediğim şey şu: Bazı insanlar ne olmak istediğini, onu mutlu edecek olan şeyi çok küçük yaşlarda fark edebiliyor.
Herkes mutlu olmak ister…
Ki bu çok ama çok önemli. Çünkü büyüyüp yaş aldıkça, ne istediğini bilen o çocukluğumuzdan yani bir nevi merkezimizden uzaklaşabiliyoruz. Sonrasında hayatın, yılların, olayların rüzgarında aslında özünde ne istediğini, kendini mutlu eden şeyin ne olduğunu hatırlamayan, kendiyle bağdaşmayan işler, meslek seçen mutsuz insanlara dönüşüyoruz. Ama böyle olmamalı. Yani hayattaki biricik şansımız, hediyemiz yaşamak. Ve bunu anlamlı yaşamak bizim görevimiz, hakkımız. Bunu biliyoruz ve aslında yaptığımız uğraştığımız işler ne olursa olsun tüm bunların ardında yatan şey: Mutlu olmak. Bunun da bilincindeyiz ama neden mutlu olamıyoruz.? Bugün 2022 yılının Ağustos’unda sorduğum bu soruya taa MÖ yaşamış olan Seneca yanıt veriyor. Ve diyor ki;
“Herkes mutlu yaşamak ister ama yaşamı mutlu kılan şeyin ne olduğunu görmek konusunda zihinleri kördür.”
İşte bugün Seneca’nın bu cümlesinden yola çıkarak bazı sorulara yanıtlar bulmaya çalışacağız. Mesela İnsan hayatını nasıl kurar, yaşamını anlamlı bir şekilde nasıl sürdürür, eğitimden nasıl faydalanır, sorunlar aksilikler olduğunda bunların üstesinden nasıl gelir zamanını nasıl yönetir ve en önemlisi “insan kendini nasıl inşa eder?..
Bunlar çok ağır ve basit yanıtlarla geçiştirilmeyecek sorular, farkındayım. Bu yüzden de bu soruların yanıtını, hayatını dolu dolu yaşamış, kendini öğrenmeye adamış, çok kıymetli ve belki yüzyılın en sempatik tarihçisi İlber Ortaylı’dan dinleyeceğiz.
Biliyorsunuzdur, 4-5 ay önce İlber hoca’nın bir söyleşisi/kitap olarak yayımlandı.
Kitabın adı da; İnsan Geleceğini Nasıl Kurar?
Bu kitabın o kadar güzel ve içten bir anlatımı var ki… Sanki İlber hoca karşınızda oturuyor ve kafası karışmış, yönünü bulamayan bir öğrencisine yol gösterir gibi tatlı tatlı anlatıyor. İçinizi bir heyecan sarıyor, her şeyi yapabileceğinize inanıyorsunuz. Her konuyu o kadar güzel olaylarla ve referanslarla anlatıyor ki, daha önce hiç duymadığınız olayları, durumları, araştırmaları, kitapları öğreniyor ve bir sürü yeni insan tanıyorsunuz.
Genel olarak; bu hayatta nasıl mutlu olacağımızı, ne yaparsak kendimizi bir şeyleri başarmış hissedeceğimizi, zamanımızı nasıl verimli bir şekilde kullanacağımızı, kitabın bölümlerini oluşturan 9 temel soruya yanıt vererek anlatıyor.
Ben de bunlardan bazılarını çok uzun tutmadan kısa kısa anlatmak istiyorum:
Mesela 1. Sorudan başlayalım:
İNSAN KENDİNİ NASIL İNŞA EDER?
Bu soru aslında hayatımızın ilk ve en önemli aşamalarından birine yanıt veriyor şöyle ki hiçbirimiz elimizde bir rehberle başlamıyoruz hayata. Ve zaten arada bir çuvallamamızın acemilik göstermelerimizin sebebi de bu. Tabi bu bir bahane olmamalı. Çünkü işin aslı mutluluğa ya da hedeflediğimiz noktaya erişmek için önceden hazırlanmış bir kitapçığa ihtiyacımız yok.
Yapmamız gereken ilk şey bir hedef belirlemek ve ona sıkı sıkı, odağımızı kaybetmeyecek, merkezinden uzaklaşmayacak kadar bağlı olmalıyız.
Ben bu durumu“ikigai” kelimesine de benzetiyorum biraz. Okuyanlar bilir, aynı isimde bir kitabı da var. ikigai bir japon felsefesi aslında. Ve bu kelime “amaç/hayat gayesi “ gibi anlamlara geliyor.
Hikaye şöyle; iki yazar arkadaş, yaşamın anlamı ve neden Bazı insanlar ne istediğini bilirken ve yaşam tutkuları varken diğerleri neden kafa karışıklığıyla güçsüzleşiyor, mesele sadece daha uzun yaşamak mı yoksa daha yüksek bir amaç aranmalı mı? Gibi konulara kafa yorarken karşılarına ikigai adında bir kelime çıkıyor. Anlamı da az önce söylediğim gibi yaşam amacı, hep meşgul kalarak mutlu olma”..
Daha sonra Japonya’nın Okinava kentinde bir köyde bir araştırma yapılıyor. Ve bu köydeki her 100.000 kişiden 24.055’inin 100 yaşın üzerinde olup küresel ortalamayı geçtiğini fark ediyorlar. Ve ardında Okinavalıların ömürlerinin neden çok uzun olduğunu araştırıyorlar. Ve karşılarına şu sonuçlar çıkıyor:
Basit yaşam biçimleri
Sebze ağırlıklı beslenmeleri
Güne erken başkaları ve
Onları yataklarından evlerinden dışarı çıkaracak bir ikigailerinin olması.
Sonra bu iki yazar bu köye gidip oradaki yaşlı insanlarla görüşüyor ve ikigailerinin neler olduğunu öğreniyor. Ve daha sonra şöyle bir sonuca varıyorlar: bu köyde yaşayan insanlar bir hayat amacına sahip ve her birinin ki çok farklı. Üstelik bir hayat amaçlarının olması onların yaşamla aralarında çok güçlü bir bağ oluşturmalarına sebep olduğunu fark ediyorlar.
Kitap çok güzel bu arada. Bu iki yazar anlattıkları her şeyi bilimsel çalışmalarla da destekliyorlar akıcı bir dili var bir günde bitirebileceğiniz kitaplardan biri okumanızı tavsiye ederim.
Logoterapi
Bir de Ikigai demişken “Logoterapi’den de çok kısa bahsetmek istiyorum.
Bu kavram da Victor Frankl’in öncüsü olduğu kuram aslında. ve anlam yoluyla terapi” olarak ifade ediliyor. ve bu kuram, hastanın yaşamında var olan gizli anlamların , ifadelerin, farkına varmasına yardımcı olmayı hedefler.
Peki nasıl?
Terapi için yanına gelen kişiler, mutsuz olduklarını, çok amaçsız ve kötü hissettiklerini söylediğinde Victor Frankl’a şu soruyu soruyor onlara: Peki neden intihar etmiyorsun?
Bunun üzerine hastalar Victor Frankl’a intihar etmemek için genellikle iyi nedenler sıralamaya başlıyor. Ve aslında hastalar bu sebepleri sıralarken, “var olma sebeplerinin de” farkına varmış oluyorlar.
Bu arada Victor Frankl Yahudi olduğu için İkinci Dünya Savaşı’nda karısı ve ailesiyle birlikte Nazi toplama kampına götürüyorlar. Ve burada tüm ailesi gözlerinin önünde Naziler tarafından öldürülüyor. Ve Frankl bu kampta yaşadığı tüm o vahşete hem kendisinin hem de oradaki diğer insanların yaşadıklarına rağmen hayatta kalabilmesini işte bu anlam arayışına bağlıyor. Ve Logoterapi kuramını da o kamplarda yaşadıklarının ardından keşfediyor.
Ardından da zaten o meşhur “İnsanın anlam arayışı” kitabını yazıyor. Benim çok değerli bir kitap ve her insanın mutlaka okuması gereken kitaplardan biri olduğunu düşünüyorum.
Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her “nasıl” a dayanabilir.
Şimdi konumuza geri dönelim;
Ne demiştik; insan kendini inşa etmek için önce bir hedef belirlemeli ve bu hedefe sıkı sıkıya bağlı olmalı demiştik. Ardından bu hedefi gerçekleştirmek için enine boyuna düşündüğü bir plan yapmalı.
“Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız.”
Sonra bu planı uygulamaya geçirmeli, ona göre çalışmalı. Bütün bu çabaların ardından hala istediği yola hedefe ulaşamadıysa ve karşısına çıkan yollar onu istediği hedefe götürmüyorsa, yeni bir yol aramalı, eğer yolu bulamıyorsa da o zaman da yolu kendisi yapmalı.
Tıpkı hedefine giden yol kapalı olduğu için Afrika’dan getirdiği filler ile Alpleri aşıp Romalıları bozguna uğratan Kartacalı general Hannibal gibi…
Ya da vatan elden gitmesin diye İstiklal harbini başlatan Mustafa Kemal Atatürk gibi… İkisini de bir hedefi var. Ve o hedefi yerine getirmez ne yaşayacaklarının farkındalar. Haniball Roma‘yı yok etmezse kendisi yok olacak ve aynı şekilde Mustafa Kemal Atatürk vatani savunması vatan diye bir şey kalmayacak dolayısıyla bu yüzden ikisi de yeni bir yol açmışlardır zaten hayatı ilerleten de bu tür hamlelerdir.
Merak etmek
İlber hoca, insanın kendini inşa ederken, sahip olması gereken becerilerden biri de “merak etmek, meraklı olmak” diyor. Ki zaten kendisi çok meraklı ve çok da sosyal biri. Merak ettiği her şeyin üzerine gidiyor, onu araştırıyor ve öğreniyor. Yani aslında bir otodiyakt /ya da Self Made Man yani her iki kelime de şu anlama geliyor: Kendini yetiştiren, kendi kendine öğrenen. Bir de merakın yanı sıra kendinizi natamam yani her zaman bir nebze de olsa eksik hissetmeli, dolayısıyla bu eksiklik hissi de sizi öğrenmeye itecek. Bir şeyleri kendi kendinize öğrenmenin en güzel yanı da bir öz disiplin kazandırması.
Merak konusuyla alakalı eklemek istediğim bir şey var o şu. Netflix’deki QueensGambit dizisini izlemişsinizdir muhtemelen. O dizideki karakteri bir hatırlamaya çalışın. Satrançta herkesi yenmesi sadece zekasına yorumlanıyor. Ama bence aslında çıkış noktası merak. Bay Shibel dediği adamı ilk kez satranç oynarken, oyuna duyduğu o merak onu o bodrum kata itiyor. Sonrasında bu merakın üzerine araştırıp öğrenmeyi ekliyor. Maçların çoğunu kafasında oynuyor. Bazı oyunlarda doğaçlama takılıyor. Gibi gibi.. Yani işin özü zekayı işe yarar hale getiren şey merak, ve o duygunun arkasından gitmek te başarıyı getiriyor.
Zaman Yönetimi
Bir de İlber hocanın üzerinde durduğu konulardan bir zaman yönetimi. Bunu anlatırken şunun özellikle altını çiziyor diyor ki; Mesele her zaman konsantre olmaktır. Atatürk gibi bir dahi bile olsan odaklanacağın zamanı bulmaya bakacak, tek başına düşüneceksin. okuyarak düşüneceksin yazarak düşüneceksin gezerken düşüneceksin. Yani kendinize ait bir alanınız olmalı ve yalnız kalabilme beceriniz olmalı, konsantre olup çalışmalısınız. Ve yalnız kalabilme becerisiyle alakalı her zaman aklıma şu cümle gelir:
Issız yerlerde kendin için bir alem ol..
Çok güzel değil mi ya…
Bazen de şöyle düşünüyoruz; zamanın kısa olduğunu, hiçbir işin bir türlü yetişmediğini ya da kendimize vakit ayıramadığımızı düşünüyoruz ya bazen bunula alakalı söylediği söylediği şey zamana çok farklı bir açıdan bakmanızı sağlıyor:
Diyor ki; Seneca da yaşamın uzunluğunu veya kısalığını da çok düşündü. O, yaşamın kısa olduğunu söylemez olayların ve kötü alışkanlıkların rüzgârına kaplanların, yaşamaktan korkanların ve geçmişe takılanların onu kısalttığını söyler. Eğer iyi değerlendirirseniz yaşam da uzundur. İş yapma biçimi de, onu nasıl değerlendirdiğinize bağlıdır.
Ki zamanla alakalı ben de tam olarak bu şekilde düşünüyorum. ve bence zaman dediğimiz şeyi cebimizdeki parayı nasıl kullanıyorsak öyle kullanmak zorundayız ve bana göre bunun en mantıklı yolu öncelikle güne erken başlamak ve çok basit gelecek ama mutlaka bir ajanda kullanmak.
Onu da şöyle yapıyorum:
Yapmam gereken işleri ya da iş dışındaki planlarımı, hedeflerimi uzun vadeli ve kısa vadeli olanlar şeklinde ikiye ayırıyorum.
Daha sonra güne çok erken başladığım için sabahın en erken saatlerini uzun vadede yapmak istediğim hedeflere ayırıyorum, bu dil öğrenmek olabilir, bitirmeyi hedeflediğiniz bir kitap olabilir. Buna genelde her sabah 1 saatimi ayırıyorum. Sonrasında okulda ya da çalışıyorsanız mutlaka o hafta bitirilmesi gereken işleri önem sırasına göre tek tek yazıyorum. Ve gün ortasında tamamen o sırayı bozmayacak şekilde tek tek yapmaya başlıyorum. Bunu yaparken de tüm uyaranları telefon, bilgisayar gibi dikkatimi dağıtacak şeylerden bir süre uzak kalıyorum. Bu çok basit ve klişe gibi gelebilir ama bir deneyin aradaki farkı gerçekten göreceksiniz. Bitirince de renkli tikler atıyorum.
Bu arada haftalık ve aylık planlayıcılar için çok tatlı birkaç sayfa hazırladım. Bunları isterseniz aşağıdaki linke tıklayarak indirip, çıktısını alıp kullanabilirsiniz.
61508E6F-AABD-4DF0-8322-DEF0F35384DB
Yaşamı sürdürmek
İlber hocanın kitap boyunca üzerinde durduğu konulardan biri de İdame-i hayat dediği yaşamı sürdürmek yani devam ettirmek anlamına gelen kavram.
Yani aslında şunu söylüyor; Kendinizi her zaman en zor koşullara dahi hazırlayacak ve beklentilerini buna göre ayarlayacaksınız. Çünkü dünya sürekli değişiyor ve eğer bu değişikliğe hazırlıksız yakalanırsanız bu sizin hayat karşısında sürüklenmenize ve dolayısıyla mutsuzluğunuza sebep olacaktır. bu yüzden hayatınızın her halini intibak edin eğer değişimi benimseyemezseniz bilginin de bilgeliğin de hiçbir anlamı kalmaz. Yani günün şartlarına kendinizi uydurmaya çalışın diğer türlü çok yıpranırsınız diyor.
Burada aklıma çook eski bir dizide geçen bir replik geldi. TRT’de yayımlanan Yeditepe İstanbul diye çok güzel bir dizi vardı. Şöyle diyordu: Savaşmayı ve sevmeyi sürdür, ve sürdürmeyi de sürdür.
Yeni bilgiler!
Bu arada kitap boyunca İlber hoca, çok güzel kitaplar kaynaklar Referanslar veriyor ve hatta ilk defa duyduğum bir çok şey oldu. Mesela Dostoyevski’nin Karamazov kardeşleri kitabının Freud un başucu kitaplarından biri olduğunu bilmiyordum ben de yine Freud’un sırf Donkişot kitabını Kendi dilinde okumak için İspanyolca öğrenmeye çalıştığını da yine bu kitapta duydum. Bir de kitapta çok sevdiğim alıntılardan birini de paylaşmak istiyorum;
Dünyaya mutlu bakmak mutlu olmak insanların hakkı ve görevidir hayata iyi bakacaksınız, her zaman bir çıkar yolu araştıracaksınız, olayları iyi yönünden görmeye çalışacaksınız. Bu; eleştirilerinizi yapmayın itirazdan kaçının anlamına gelmiyor ama sağlıklı düşünebilmek için biraz iyimserlik de gerekir.
Yoksa zaten diğer türlü deliririz .
Bu arada Bir Ömür Nasıl Yaşanır kitabında vurguladığı; spor yapın, sağlıklı beslenin ve vücudunuzu tembelliğe alıştırmayın gibi tavsiyelerini bu kitabında da tavsiye ediyor.
Bir de ilham konusuna çok farklı ve bence çok mantıklı bir yerden yaklaşıyor İlber hoca. Çünkü normalde ilham denildiğinde sana bir şeyler yapmamız için gelip bizi bulan ve ayağa kaldıran bir şeymiş gibi anlaşılıyor hep. Ama İlber hoca, ilhamı sizin bulmanız gerekiyor ve bunun terlemeniz gerekiyor diyor.
Retorik ve Roma
Konuşmayı öğrenmek de yine bu kitapta ele alınan konulardan biri. Şunu bilmiyordum mesela. Roma’da avukatlar hukuk eğitimlerinden önce retorik yani hitabet /konuşma eğitimi alırlarmış. Yani kendilerini ya da savundukları şeyi doğru anlatabilmeyi öğrenirlermiş ilk olarak. Ben bunu bilmiyordum. Ve diyor ki siz de konuşma ve hitabet yeteneğinizi geliştirebilirsiniz, isterseniz birine anlatarak isterseniz de ayna karşısında çalışın. Buradaki amaç düşünceleri sıraya koymayı ve düşüncelerini/fikirlerini bir nevi vücudunuzla tanıştırmış oluyorsunuz.
Konuşmaya hiç böyle bir perspektiften bakmamıştım.
Ve gelelim dikkatimi çeken son başlığa; Zor Zamanlarda Nelerden Güç Alırız?
İnsanın aklına direkt sevdikleri geliyor değil mi?
Ve İlber Hoca da şunları söylüyor zaten;
Zor günlerinizde sevdiklerinizin eline bakacaksınız insan ancak dostlarıyla ayakta kalır ama hakiki ve ebedi dostlarıyla. Hayatın anlamı da budur. Dostunuz yoksa bedbahtsınız demektir. İnsanın insana sahip çıkması, yardım etmesi kadar değerli olan şeyi çok azdır. Bunun mümkün olmadığı yerlerde insanlar bir bakıma esaret altındadır.
Yani burada aslında şunu söylüyor zor zamanlarınızda sevdiklerinize sığınacaksınız ama bu sevginin değerini bilen bu sevgiden gerçekten anlayan ve bu sevgiye gerçekten kıymet veren kişilerden bahsediyor. Sevmenin ne olduğunu gerçekten bilen insanlardan bahsediyor. Hiç sevmemiş ve sevilmemiş insanlar buna dahil değil.
Bununla alakalı çok kısa bir hikaye anlatmak ve sonrasında bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.
Sevgi yoksunları
Bir gün Dostoyevski hapishanede bir köpeğin, Yanından geçen her mahkum tarafından tekmelendiğini görür.
Ama işin ilginç yani köpek mahkumlardan kaçmadığı gibi Mahkumlardan biri yanına yaklaştığında eğilerek tekmelenme pozisyonu almaktadır.
Dostoyevski buna çok üzülür. Bir gün köpeğin yanına yaklaşır başını okşar. Ama köpek ona şaşkın ve biraz da öfkelenerek bakar ve koşarak yanından uzaklaşır ve acı acı havlamaya başlar.
O günden sonra köpek Dostoyevski her gördüğünde ondan kaçar.
Ruhu köleleştirilmiş bu köpek bir sevgi yoksunudur. Bu durum insanlar için de geçerlidir. Hayatı boyunca hiç sevilmemiş bir kötü muameleler görmüş bu insanlar, bu sevgi yoksunları, İyi bir davranışla karşılandıklarında ne yapacaklarını bilemezler ve genellikle size zarar verirler.
Yani hak edilmeyen sevmemeli, sevgiden anlamayana olduğundan fazla değer vermemeli.
Toparlamak gerekirse…
Yani yaşama sanatında ustalaşmak öyle kolay değil. Bir amacımız olmalı, o amaca bağlı olmalıyız. Sonra onu gerçekleştirmek için gerçekçi ve uygulanabilir bir plan yapmalıyız. Adım adım onu uygulamaya geçirmeliyiz.
Zamanı iyi değerlendirmeliyiz.
Bunu yaparken, yeri geldiğinde herkesle geçici bir süreliğine irtibatımızı kesmeli, yalnız olabilmeyi yani kendine bir alem olabilmeyi göze almalı konsantre olmalıyız. Yeri geldiğinde kalabalıklara karışmalı ve hayatımızı da yaşamalıyız. Engeller illa ki çıkacak karşımıza o zaman da farklı yollar arayacağız, ve ne diyordu. İlber Ortaylı, eğer yol yoksa o yolu biz yapacağız, yaptığımız yolda tedirgin olabiliriz, acaba bir hata mıydı deyip korkabiliriz, geri dönmek isteyebiliriz. O zaman da tıpkı Tarık Bin Ziyad gemileri yakmayı göze almalıyız.
Yaşama sanatında ustalaştığınız harika bir hikayeniz olsun.
Burada bahsettiğim kitaplara, planlayıcılara, ve İlber hocanın tavsiye ettiği eserlerin listesine @tastimcemberimden instagram hesabımdan bakabilirsiniz.
Yazılarımı Spotify’dan sesli olarak dinleyebilirsiniz.
Kendinize iyi bakın, hoşça kalın.