Günaydın…
Bayram tatilinde, yoldayken Zweig’ı okumuş ve hemen ardından iki kitabını daha almıştım.
Hikayelerini garip bir hafiflikle anlatıyor Zweig. Olayın uzunluğu ile duyguların yoğunluğunu çok iyi dengeliyor. Ve sonra hem çok tadında hem de o kadar hızlı bitiyor ki hikaye, geriye sadece derin bir olayı 80 sayfalık bir kitapta okuyup bitirmenin hafifliği kalıyor.
Dün sabah başlayıp bitirdiğim “Bir Kadının Yaşamından 24 Saat” kitabı da yine aynı hisleri uyandırdı; kısa ama derin… Zaten öyle olmasa, Maksim Gorki bu kitap için, “Böylesine derin bir kitap daha okumadım diyebilirim.” demezdi herhalde. Gerçi, demese bile Zweig’in yeri, bende çok ayrı.
Belki kitaplarındaki olaylardan, belki anlatım tarzından ya da trajik intiharından dolayı… Bilemiyorum. Ama okurken, başta da dediğim gibi garip bir hafiflik hissediyorum. Belki de esas sebep Zweig’ın kitaplarında, yaşanan her olayın, gösterilen her davranışın her zaman rasyonel sebeplere dayanmayabileceğinin anlatılması.
Kitabın konusu ise…
Hikaye, bir grup tatilcinin kaldığı otelde geçiyor. Otele daha sonradan gelen genç ve oldukça yakışıklı bir genç, yine otelde kalan evli ve iki kızı olan bir kadınla (Madam Henriette) birlikte ortadan kaybolur. Aslında oldukça asil bir kadın olan Madam Henriette, alt tarafı 24 saatini geçirdiği bir adamla nasıl olur da böyle bir şey yapar? Kayıplara karışan kadının arkasından söylenmeyen laf kalmaz. “Çocuklarını ve eşini böylesi ucuz bir heves için nasıl terk eder? ”den tutun da her türlü ön yargı, yargısız infaz ve aşağılamanın hedefi olur. Bunca tartışmanın arasında, Madam Henriette’yi savunan sadece bir kişi vardır. O da olaya daha derinden yaklaşan anlatıcımızdır. Fikirlerini masadaki öfkeli tatilcilere anlatan anlatıcımız da Madam Henriette gibi ön yargının kurbanı olmak üzereyken, imdadına otelde kalan ve yaşlı bir İngiliz olan Mrs. C. yetişir. Ve anlatıcımızın fikirlerinden oldukça etkilenen bu kadın, anlatıcımıza hayatının 24 saatlik bir kısmını anlatmaya karar verir.
Kitap, 24 saatin bir kadın için bazen çok şey ifade ettiğini, içinde ve dışındaki hayatta neleri değiştirebileceğini, “cinsellik” kavramının sadece o bireyi ilgilendiren bir şey olduğunu ve bunun topluma mal edilmemesi gerektiğini o kadar güzel anlatıyor ki, kadınlara karşı oluşan “iyi ve ahlaklı kadınlar” ya da “kötü ruhlu ahlaksız kadınlar” algısını yerle bir ediyor. Üstelik bir erkek gözüyle yazılan bir kitap bu! Yaşadığı dönemde, içinde bulunduğu toplumun asla kabul etmeyeceği durumları o kadar iyi gözlemlemiş ve tüm bunları o kadar zarif bir şekilde anlatmış ki Zweig, ona hayranlık duymamak mümkün değil.
“… ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum.”
Ve benim için işin en büyülü yanı şu oldu. Nasıl ki bazen koca bir ömürde yaşanılan en önemli zaman dilimi 24 saat olabiliyorsa, benim için de okuduğum şunca kitap arasında derin ve anlamlı dersleri aldığım, Zweig’ın incecik kitapları oldu. Zarif betimlemeleri, sürükleyici anlatımı ve psikolojik çözümlemeleriyle dört dörtlük bir hikaye. Kesinlikle tavsiye ediyorum.
Keyifli okumalar🍁
Ve sizi çok seviyorum 🧡