Canlı ya da cansız her şeyin bir hikâyesi olduğuna inananlardanım. Ve üzerine yaşanmışlığın sindiği ne varsa bakmak, dokunmak ve dinlemek isterim.
Eski bir vazo, sayfaları sararmış bir kitabın içine bırakılan notlar, koltuktaki sigara izi, üzerine kim bilir kim tarafından ve kimin telefon numarasının not alındığı bilinmeyen aniden gün ışığına çıkan su faturası, kaldırımlarda kitap ya da peçete satan insanlar, tramvayın kenarına tırmanıp bir cadde boyu yoldaki insanlara el sallayan çocuklar… Bu kadar şey karanlık çökünce nereye kaybolur? Akşam olunca eşyalar ve insanlar ne yapar? Böyle türlü türlü şeyler düşünürüm. Otobüse veya tramvaya bindiğimde arkamda yahut önümde oturan insanların konuşmaları ister istemez dikkatimi çeker. Çok güzel cümleler kurar bazıları, deftere not alırım. Hepsi ayrı bir hikaye… Ve hiç biri yabancı değil. Çünkü bir şekilde hayatlarımız birbirine değiyor.
Mesela birgün sabah işe gidiyordum ve hava da çok soğuktu. Her yer kar kış. Ve atkı ile şapka arasından suratımın asıklığını nasıl gördüğüne hala şaşırdığım bir amca, elinde süpürgesi sokağı temizlerken bir anda bana bakıp şöyle dedi: “ Öyle kar kış deyip surat asmayacan, kalkıp kısmetini arayacan yeğenim! “ Ve bu o kadar hoşuma gitti ki…
Yani hepimiz aynı şeyin mücadelesindeyiz. Yaşamak, dünyaya bir şeyler katmak, elde ettiklerimizle tatmin olmak…
Bir keresinde de hiç unutmam, Aslıhan Pasajı’nda Narteks Kitabevi var, sevgili Sıtkı Amca’nın. Oradan Orhan Pamuk’un Sessiz Ev kitabını aldım, çok eski bir baskısını. Ve kitabın ilk sayfasında çok eski bir tarihle birlikte bir kadının adı yazıyordu. İlk başta ilk sayfasına yazılan isimden çok. kitabın konusu dikkatimi çektiği için çok kurcalamadım. Ama kitabı bitirdikten sonra o ismi araştırdım ve benden yıllar yıllar önce bu kitabı alıp üzerine aldığı günün tarihini ve ismini yazan kadının, şair Leyla Onomay olduğunu öğrendim. Hani,
“ Madem ki bu aşkta tek Yahudi benim,
Seçip harflerin en sivri çivilerini
Beni çarmıha gerin… “
dizelerinin sahibi…
O naif dizelerin sahibiyle aynı kitaba dokunmak, yıllar sonra ona ait kitabı alıp okumak yani çok özel bir şeydi benim için. Çok başka…
İşte tam da bu ve daha bunun gibi bir sürü şeyden dolayı hikayeleri çok seviyorum. Hani Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nda diyor ya; “ Kıpırdanmak yaşamaktır. Kendini anlatmak hayatta kalmaktır.” Ben de bazen kendimi bazen de başkalarının hikayelerini anlatarak yaşadığımı hissediyorum. Niye bilmiyorum ama böyleyim ben de işte!
Son zamanlarda tam şu anlattıklarıma uyan bir şey keşfettim. YouTube’da Cep Hikayeleri diye bir kanal var. Böyle her hafta, farkına çoğu kez varmadan yanından geçtiğimiz insanların hikayelerini derleyip birkaç dakikalık videolar halinde paylaşıyorlar. Videodaki insanlar öyle abartılı tipler değil tamamen gerçek hayattan kişiler. Anlattıkları şeyler de gündelik hayatları yani kurmaca hikayeler değil. Esnaf, seyyar satıcı, öğrenci, “Çöp diye bir şey yoktur, kasıtlı eskitme vardır” diyen bir abi, dükkanının yarısını kitaplık yapan bir bakkal, maket meraklısı bir amca, Özdemir Asaf okuyan bir minibüs şoförü…
Üstelik izleyince üzerinizde bıraktığı hisler çok güzel. Kimselere anlatmadan yaptığınız ve sizi çok mutlu eden bir hobiniz varsa onun ne kadar kıymetli olduğunun farkına varıyorsunuz ya da keşke ben de hem kendime hem de başkalarına fayda sağlayacak bir şey yapabilsem diyorsunuz. Hatta bazen de o videodaki insanları bulup onlarla konuşmak, onları tanımak istiyorsunuz. Ama işin en güzel yanı da burada bence. Kenardan izlemek… Yani konuya hem hakim olmayıp sadece onların izin verdiği ölçüde bilmek…
Hayat, milyonlarca insanın hikayesini içinde saklayan bir kitap. Bunlar acı, tatlı hikayeler… Biz bazen bunu unutuyoruz ve acımadan oklar fırlatıyoruz karşımızdaki insanlara. Hikayelerini bilmeden, hangi kelimenin onları yaralayıp darmadağın edeceğini düşünmeden… Ama bu videolar yanından geçip gittiğimiz binlerce insanın, bir hikayesi olduğunu yeniden hatırlattı. Dilerim ki popülerliğinin giderek artacağından emin olduğum bu videolar, daha da çoğalır ve şuan ki gibi hep abartıdan uzak olur.
Ve yine dilerim ki, öykünüz şu videodaki güzel emekli öğretmenin kalbi kadar çok ama çok güzel olsun !